30 Ocak 2010 Cumartesi

Kapalı havalarda sinemada komedi filmi izlemek...

Başlık Ekşi Sözlük'ün başlıklarına benzedi ama, böyle bir klişe vardır: Kapalı havalarda, özellikle de hafta sonunda, sinemaya gidilir, ya komedi ya da romantik filmler izlenir. Havanın kasveti biraz olsun dağıtılır. Daha çok kadınlara özgü bir davranıştır...

Bu hafta sonu da hava pek iç açıcı değil. Sinemalarda gösterimden kalkmadan önce "Kim Kiminle Nerede" adıyla oynayan Whatever Works'ü görmenizi tavsiye ederim.

Yönetmen Woody Allen, oyuncular Ed Begley Jr, Patricia Clarkson, Larry David, Conleth Hill ve Evan Rachel Wood. Tanıdığım bazı insanlar Woody Allen filmlerini laf kalabalığı yüzünden izlemekte zorlandıklarını söylüyorlar: "Daha bir espriye gülmemiz bitmeden ikincisi ve üçüncüsü geliyor, takip edemiyoruz" diyorlar. Bazıları da bu durumu seviyor.

Whatever Works tipik bir Woody Allen filmi. Çıkıntı tipler, akla hayale gelmez olaylar, tuhaf ilişkiler ve bol bol kahkaha, bol bol felsefe... Bu sefer, hayattan elini eteğini çekmiş eski bir fizik profesörünün, evden kaçan taşralı bir genç kızla tesadüfen başlayan ilişkisi çevresinde aşk, evlilik, ilişkiler, cinsellik ve kuantum fiziği anlatılıyor. Kızın sarışın adamın da bir çeşit dahi olması (afişte görüldüğü üzere) filmin ne kadar komik olduğu hakkında ipucu veriyordur sanırım. Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.

İyi seyirler.

28 Ocak 2010 Perşembe

2010'un ilk bombası: iPad



Dün (bizim saatimizle akşam),  San Fransisco'daki etkinlikte Apple'ın yeni ürünü tanıtıldı. Her yıl merakla beklenen bu etkinlikte Mac kullanıcılarına son yenilikler tanıtılıyor. Bu sene çok özel bir tablet bilgisayar tanıtılacağı da uzun zamandır konuşuluyordu. Nitekim öyle oldu. Yaklaşık 23 cm. boyunda ve 750 gr. ağırlığında bir tablet bilgisayar tanıtıldı: iPad. Aslına bakarsanız bu bir tablet bilgisayardan çok, büyükçe bir iPhone.

Akşam haberi ilk veren Türkçe sitelere göz attım hızlıca. NTVMSNBC.COM'da yorumları gördüm. "Mac şöyledir, Linux böyledir, Windows 7 daha daha böyledir" vb. Gençler almış eline sazı... Türkiye ortalamasını bilmiyorum ama dünya genelinde her 10 bilgisayar kullanıcısından 1'i Mac kullanıcısıdır. Nedense bu durum, Mac kullanıcısı olmayan diğer 9 kişiye Mac hakkında atıp tutma hakkı verir. Çünkü Mac pahalıdır. Çünkü Mac şıktır. Çünkü Mac havalıdır. Çünkü Mac'inizi iki sene sonra çöpe atmazsınız. Çünkü Mac'te virüs ve sistem çökmesi sorunu neredeyse yoktur. Çünkü Mac kullananlar Mac'lerini yere göğe sığdıramaz... iPad hakkında da bir sürü "şurası eksik, burası gereksiz" vb. yorum gördüm. İnsanların teknolojiyi sıkı sıkı takip edip gecenin o saatinde teknoloji haberlerini okuması güzel de... Gözden kaçan bir nokta var. Ona değinmek istiyorum.

Daha önce Macbook Air tanıtıldığında da benzer şeyleri yazmıştım. Steve Jobs bir fikir önderi. Bilgisayarlarla insanların ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusunda bir yol çiziyor ve kendi markasının ürünlerini de bu doğrultuda şekillendiriyor (doğal olarak). Steve Jobs'a göre kişisel bilgisayar (hani PC denilen şey), adı üstünde son derece kişisel. E-postalarımızı okuyoruz, yazıyoruz; tatil fotoğraflarımızı, müziklerimizi ve videolarımızı yüklüyoruz, izliyoruz, dinliyoruz, mümkünse edit ediyoruz (Mac'lerde bu uygulamalar sistemin içinde ücretsizdir); internete giriyoruz, dosyalarımızı saklıyoruz ve gerekirse paylaşıyoruz. Temelde yapılan işler bunlar. Bunların dışındaki her şey bilgisayarınızı gereksiz yere karmaşıklaştırmaya ve pahalılaştırmaya yarıyor. Gerçi geçmişte Mac fiyatları her zaman diğer PC'lerden fazlaydı. Bunun sebebini biliyorsunuz (çünkü daha havalıydı : )). Oysa iPad 499 Dolar'dan başlayan fiyatlarla satışa sunulacak. İşte bu noktada Steve Jobs dünyaya bir mesaj veriyor, onu doğru okumak gerekiyor.

NTVMSNBC.COM'daki yorumlara yazdım. iPad yeni teknik özelliklerle dolu yeni bir bilgisayar olmaktan çok, teknolojinin nereye gittiğini gösteren kavramsal bir ürün. Steve Jobs geçmişte müzik dinlemenin dijital ortama doğru yönlendiğini gördü. Madem kimse CD satın almıyordu, müzik piyasası parça başına küçük paralar ödenen (ve kullandığın kadar harca modelini benimseyen) bir yöne gitmeliydi.  iTunes'un başarısı haklı olduğunu gösterdi. Madem müzik 2-3 MB'lık bir dijital dosyaya dönüşebiliyordu neden cepte taşınmasındı? iPod'un başarısı insanların bunu istediğini gösterdi. Madem  cep telefonlarına bir sürü para ödeniyordu, neden mail alıp gönderen, bulunduğunuz yeri gösteren, içinde interneti de olan kompakt bir iletişim cihazı haline gelmesindi? iPhone'un satışa çıktığı gün mağazaların önünde oluşan kuyrukları unutmadık.

Kişisel bilgisayar bir teknoloji ürünü olduğu kadar bir tüketim nesnesi. Aynı zamanda başka şeyleri de tüketmemize aracı oluyor. Örneğin müzik dinlemek için bilgisayarınızı kullandığınızda, bilgisayarın kendisi ayrı bir tüketim nesnesi, müzik ayrı bir tüketim nesnesi. Jobs bunu görüyor ve aralarındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini bilgisayarı düzenleyerek hepimize gösteriyor. Kimimiz bunu beğeniyor, kimimiz beğenmiyor. iPad'in bize gösterdiği şu: Bilgisayarlar geliştikçe, pek çok şey yapabilir hale geldiler. Fakat gündelik hayatta yaptıklarımız, teknolojik gelişmeye göre şekillenmiyor. İnsan doğasına göre şekilleniyor. İnterneti çoğu kişi gazete okumak, müzik dinlemek, sosyal paylaşım sitelerine girmek ve e-posta için kullanıyor. Bazen de alışveriş için ama alışveriş en arka sıralarda. İnternet hızı ne kadar artarsa artsın, e-ticaret siteleri ne kadar harika olursa olsun, "interneti ne için kullanırsınız?" sorusunun cevabı hiçbir zaman "alışveriş için" olmayacak. Hep "bilgi almak, iletişim ve eğlence" önde olacak. İşte Jobs bunu görüyor. Bu nedenle de internete bağlanan bir cihazın neler yapabilmesi gerektiğini söylüyor. Biliyorsunuz Macbook Air bir dizüstü bilgisayar olarak tasarlanmıştı ve içinde CD/DVD sürücüsü yoktu. Nedeni basit. Bugün kim floppy disk kullanıyor? Yakın gelecekte de kimse CD veya DVD kullanmayacak. Neden bazıları belki kullanır diye herkese eski teknolojinin parasını ödetesiniz? Üstelik olabildiğince hafifletmeye çalıştığınız bir cihazda. Steve Jobs böyle yaparak bir yandan taşınabilir bilgisayar "taşınabilir olmalıdır" (ince ve hafif) mesajı veriyor; diğer yandan da harici bellek üreticilerinin işlerini geliştirmelerine zemin hazırlıyor.

iPad bugün, cep telefonları ve Kindle'ın (daha doğrusu digital reader'lar demek lazım) gitmeye çalıştığı yere götürüyor bizi. Geçmişte cep bilgisayarı kullananlar bilir: Cep telefonları bu kadar maharetli değilken, cep bilgisayarımızda adres defteri ve ajanda taşıyabiliyor olmak büyük lükstü. Cep bilgisayarları için dijital kitaplar da vardı ama sorunlar çoktu: hafıza yetmiyordu, internete bağlanamıyordu. Derken  cep telefonlarını bilgisayarlaştırdılar. Cep telefonları çok küçüktü, okumak için pratik değildi; sonra dizüstü bilgisayarları küçültmeye çalıştılar ama bir türlü yeterince ucuzlatamadılar. Steve Jobs bir kere daha şu gerçeği gözümüze sokuyor: İçine istediğiniz kadar süper işletim sistemi, işlemci, program vs. koyun "kişisel bilgisayar" temelde okumak, yazmak, izlemek, iletişmek ve arşivlemek için kullanılıyor. Bu işlevleri yeterince karşılayan, yeterince ucuz ve yeterince portatif bir cihaz gerek bize. Hepsi bu...


NOT: Geçmişte yayıncılığın geleceğinin internetle bağlantılı olduğu hakkında yazmıştım. iPad başarılı bir video oynatıcı, müzik oynatıcı, dijital okuma cihazı olarak ciddi bir pazar payına ulaştığında, tüm dijital içerik üreticilerinin birleşip Steve Jobs'un dev bir heykelini yaptırmalarını bekliyorum.

NOT 2: iPad'in teknik özelliklerini, testlerini ve diğer konuları buradan, resmi tanıtım videosunu buradan görüntüleyebilirsiniz.

27 Ocak 2010 Çarşamba

T-shirt'ünüz konuşacak...


Geçenlerde Facebook üzerinden gelen bir linki paylaşmak istiyorum: Tasarımcı Bülent Fidan'ın da aralarında bulunduğu bir grup genç tasarımcının özel olarak hazırladığı desenler, t-shirt'lere basılarak internet üzerinden satılıyor. Atelier Creart'ın web sitesinde bu desenleri inceleyebilirsiniz. T-shirt baskısı yapan başka sitelerden farklı olarak, Atelier Creart'ın desenlerini grafik olarak çok başarılı bulduğum için sizlerle paylaşıyorum. Özellikle Geleneksel-Kültürel başlığı ile kategorize edilen desenler, bilinen turistik baskılardan çok daha havalı, çok daha cool. Mesajıyla, deseniyle, tasarımıyla adeta konuşuyor... Kırkpınar Yağlı Güreşleri ve Karagöz-Hacivat temalı olanları çok beğendiğim için burada resimlerine yer veriyorum. Siz de beğendiklerinizi yorumlara yazabilirsiniz.

19 Ocak 2010 Salı

"Şampanya nasıl taşınır" derdine son


Maceralarımı yazmaya bir türlü başlayamadığım son yurtdışı seyahatimin dönüş yolunda, bana epey karın ağrısı çektiren bir şişe şampanyam vardı. "Başına bir iş gelmeden bunu memlekete nasıl götüreceğim?" diye epey kıvrandım. El bagajınıza alamazsınız, Duty Free'den kilitli poşetle verilenler dışında sıvı maddeye izin yok. Mecburen valize kondu. Şampanya dikey mi konmalı, yatay mı? Ne önemi var? Valiziniz uçağa yüklenirken karpuz gibi elden ele atılacak. Havaalanında bagaj teslim ederken aklıma gelen son çare, valize "kırılacak eşya" etiketi yapıştırtmak oldu. KLM'nin böyle bir uygulaması yokmuş. Şampanyam Allah'a emanet!

Bu sabah resimdeki şampanya kutusunu görünce, tasarımın lüks değil ihtiyaç olduğunu bir kez daha düsündüm. Resimdeki şampanya kutusu Avustralyalı tasarımcı Marc Newson'ın Dom Perignon şampanyaları için tasarladığı özel bir taşıma kutusu. The Black Box adı verilen kutunun içindeki özel kompozit malzeme sayesinde kıymetli şampanyanız sadece darbe ve dış etkilere karşı korunmakla kalmıyor, ortam sıcaklığından da etkilenmeden serin bir şekilde seyahat edebiliyor. Şimdilik Fransa'daki Dom Perignon satış noktalarında satılacak olan bu şampanya kutusunun fiyatı 200 Euro. Bir tane almak lazım, karın ağrısı çekmeye değmez...

15 Ocak 2010 Cuma

Gelmiş geçmiş en pasaklı kahraman: Sherlock Holmes


Ne zamandır bekliyordum Guy Ritchie'nin Sherlock Holmes filmini. Snatch'in tadı damağımda kaldığından, hayal kırıklığına uğramak da vardı, neyse ki öyle olmadı. Tamam, filmi beğendiğimi söylediğime göre gerisini yazmasam da olur... : ))

Filmi, öngösteriminde izleme şansım oldu. Şiddetle tavsiye ederim. Bu hafta İstanbul'da kapalı bir hafta sonu bekleniyor. O nedenle yapılabilecek en iyi şeylerden biri bence Sherlock Holmes'a gitmek olacak. Bu filme sevgilinizle, çocuklarınızla veya arkadaşlarınızla gidebilirsiniz. Her şekilde iyi vakit geçireceğinizi garanti ederim.

Sherlock Holmes romanları okumaya meraklı olanlar veya serisini okumuş olanların zihninde nasıl bir Sherlock Holmes vardır? Üç aşağı-beş yukarı aynı: 19. yüzyıl sonu İngiltere'sinde yaşayan bir İngiliz beyefendisi. Şapkası, piposu, pelerinli paltosu ve dostu doktor Watson ile bilmiş, zeki, dikkatli bir dedektif. Bu filmde öyle bir Sherlock yok. Onu baştan söyleyeyim (ya da siz afişten görün ve anlayın). Guy Ritchie'nin Sherlock'u öyle biri değil: Depresif, dağınık, pasaklı bir adam. Paralı dedektif. Zeki. Elini attığı her olayı çözüyor. Bu nedenle çok ünlü. Zaman zaman polisle, zaman zaman polise karşı çalışıyor. Çelimsiz sayılabilecek tipte. Başı da dertten hiç kurtulmuyor. Dostu Watson, çok daha yakışıklı, çok daha İngiliz beyefendisi. Bu durumu başlangıçta biraz yadırgayabilirsiniz. Fakat bir düşünün: Hırsızlar, katiller, polisler arasında, pek çok macerası olan bir adam niye bir salon erkeği olsun ki? 21. yüzyılın James Bond'u bile bir salon erkeği değilken... Doktor Watson niye ufak tefek ya da göbekli bir adam olsun ki? Böylesi daha seyirlik. Bu noktadan sonra "Evet ya... Madem nefesimizi tutup polisiye bir film izleyeceğiz, o zaman kahramanlarımız karizmatik olmalı" diyorsanız, Ritchie'nin dünyasına hoşgeldiniz ve iyi eğlenceler...


Filmin afişine önceden aldanmayın. Evet kabul edelim Robert Downey Jr. çok çekici bir erkek olmayabilir ya da ilk bakışta bir aksiyon kahramanı görüntüsü vermeyebilir. Bu haliyle de uyduruk cast'lı TV dizisi gibi bir izlenim uyandırabilir sizde. Azıcık sabredin. Filmin kovalamacalı açılışından sonra neden böyle bir kahraman seçildiğini anlıyorsunuz. Çünkü bu Sherlock Holmes, hiç tahmin etmeyeceğiniz kadar belanın içinde bir adam ve filmde de bol bol aksiyon var. Çenesini kaşıyıp pipo içerek olayları çözen bir dedektif, Guy Ritchie'ye göre değil zaten. Arkanıza yaslanın ve maceranın tadını çıkarın. Ama gözleriniz ve kulaklarınızı iyice açın, çünkü film esprili diyaloglarla dolu.

Filmin kısaca konusundan bahsedelim: Londra'da öldürülen beş genç kızın katilini (Lord Blackwood olarak bilinen şeytana tapan bir tarikat üyesini) yakalayıp adalete teslim eden Sherlock Holmes'un macerası tam da bu noktada başlıyor. Blackwood mezarından çıkıyor ve şehirde terör estirmeye başlıyor. Büyüye inanmayan Sherlock için çözülmesi gereken ilginç bir olay bu. Evlenmek için hazırlık yapan dostu Doktor Watson içinse tüm bunlar eski günlere dönüş demek. Bir de her taşın altından çıkan güzeller güzeli Irene olaylara dahil olunca, iyi adam, kötü adam, güzel kadın, cinayet, entrika, kovalamaca ve mizahın birarada olduğu, tadından yenmeyen bir film çıkıyor ortaya.

Film boyunca aynı binada, kirayı ortak ödeyen Sherlock Holmes ve Doktor Watson'ın zıtlıkları vurgulanarak izleyici güldürülüyor. Holmes kafayı bir konuya taktığında geceyi-gündüzü şaşıran, giyim-kuşam, yeme-içme, süslenme gibi konularla pek alakası olmayan biri. Zaman zaman depresif olabiliyor ya da sonunda ne olacak diye merak ettiği için köpeğine narkoz verebiliyor. Olay yeri incelemesi yaparken her şeyi kokluyor veya tadına bakıyor. Bu haliyle aykırı doktor House'a benziyor biraz. Tahmin edilemez, sürprizlerle dolu biri. Doktor Watson (Jude Law) ise, iyi aile çocuğu, hoş bir nişanlısı var ve bir doktor. Peki bu adamın, o adamın yanında ne işi var? Watson da az değil aslında. Macera kokusu alınca o da yerinde pek duramıyor. Kızsa da Sherlock'un peşinden ayrılamıyor. Sürekli birbirlerini yermeleri ve sözlü atışmaları filmin tuzu-biberi.

Sinema yazarlarının bazıları filmi çok "hafif" bulmuş olsa da, ben son derece "seyirlik" buldum. Gerek oyunculuk gerekse senaryo bakımından gayet "olmuş". Görsel yönden de son derece zengin; efektlerle masalsı, gerçeküstü bir atmosfer yaratılmış. Müzikleri de çok başarılı. Sweeney Todd tadı aldığımı söyleyebilirim. Guy Ritchie'nin fırlama Sherlock Holmes'u da pasaklı masaklı olsa da, bana biraz Al Pacino'yu anımsatan karizmatik  haliyle kafamıza cuk oturuyor. Ritchie, filmin sonunda yeni bir maceranın ipucunu vererek devam filmlerinin çekilebileceğini ima ediyor ki, bence de bu seri tutar.

Fazla uzatmayalım. İzleyin, eğlenin...

NOT: Yukarıdaki slide show'daki kar taneleri falan Picnik'ten kaynaklanıyor. Bir türlü kurtulamadım...


                                       
                        Video: Sherlock Holmes Trailer                                                   Benzer: sherlock, holmes, trailer
               

İki film birden: Sherlock Holmes ve Kim, Kiminle Nerede

Bu hafta vizyona giren iki filmi birden yazacağım: Sherlock Holmes ve Kim, Kiminle Nerede. İkisi de çok eğlenceli. Biraz sabredin...

NOT: Bekleyemeyenler Sherlock Holmes yorumlarını Ters Ninja'dan okuyabilir.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Louis Vuitton'dan Animania serisi



Louis  Vuitton, 2010 yılına hayli esprili bir aksesuvar serisiyle giriyor: Animania. Bozuk para cüzdanı, anahtarlık, fular ve çanta süsü (charm) olarak deri, metal ve kumaş üzerine çalışılmış minik hayvan figürleri koleksiyonun temelini oluşturuyor. Koleksiyonun hoş bir hikayesi de var: Louis Vuitton'un sahibi olan Vuitton ailesi geçmişte ahşap oyuncaklar yaparmış. Gaston Louis Vuitton'un karısı olan Renee Vuitton, uzun yıllar boyunca özel merakından dolayı bu ahşap oyuncakları toplamış ve büyük bir koleksiyon oluşturmuş. Hatta 1954 yılında (Maison Louis Vuitton'un 100. kuruluş yıldönümünde) Louis Vuitton Avenue Marceau mağazasının açılışında mağazanın bir katını bu oyuncak koleksiyonuna ayırarak, ailenin hatırasını canlandırmış. Daha sonra mağazadan kaldırılan ama korunmaya devam edilen bu koleksiyondaki horoz, sincap, tavşan, kuş gibi hayvanlar Animania koleksiyonuna ilham vermiş.
Louis Vuitton hayranlarının takip etmesini şiddetle tavsiye edeceğim blog I LVoe LV'da bu hikayenin ayrıntılarını bulabilirsiniz. Koleksiyonda fularlar 220 Dolar'dan, bozuk para cüzdanları 500 Dolar'dan satışa sunuluyor.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Camı modaya dönüştürmek


Venedik'e gidenlerin gezilerinin bir parçası da, el yapımı cam ürünleriyle ünlü Murano adasında cam atölyelerini ziyaret etmektir. Murano adası çok turistiktir. Herkes incik-boncuk, biblo falan alır oradan. Ayrıca Venedik'te adım başı turistik eşya dükkanları vardır içleri tıka-basa hediyelik cam ıvır-zıvırla dolu...

Murano camı ifadesi, yüzyılların cam işleme geleneği ve bilgi birikimiye üretilen dünyaca ünlü el yapımı renkli cam eşyaların alameti farikasıdır. Murano camı denince akla şimdilerde tüm o turistik ıvır-zıvırlar geliyor. Aslında Murano camı, lamba, avize, vazo ve diğer cam eşyaların yapımında kullanılan yüksek kalite ve özgün işçiliği ifade eden bir sözcüktür. 20. yüzyılda İtalya'da cam işiyle uğraşan pek çok firma, modern tasarımla özgün işçiliği birleştiren çok kaliteli dekoratif ürünler yarattı. Bu yüzden dekoratör veya mimarlara Murano camı dediğinizde tüm o turistik ıvır-zıvırlar değil, İtalyan tasarımı kaliteli ürünler akıllarına gelir.

İş hayatına lamba üreticisi olarak başlayan Venedikli Achille ve Francesco Voltolina kardeşler, camdan takı üretme işine girince, camın eski tarz işçiliğine vurgu yapan Antica Murrina markasını oluşturmuşlar. Bugün, eski dönemlere ait el yapımı havasını koruyan modern tasarımları ile çok beğenilen cam takılar üretmeye devam ediyorlar. Venedik'te San Marco Meydanı ve şehir içinde mağazaları var. Ürünleri internetten satın almak isterseniz Forzieri'den sipariş verebilirsiniz. Türkiye'ye postalama yapıyorlar. Yukarıdaki slide show'a beğendiğim bazı takıların fotoğraflarını koydum ve Forzieri'deki fiyatlarını yazdım.

Camı materyal olarak oldum olası severim. Bu takılarda camın ne kadar plastik (şekil verilebilen) bir malzeme olduğunu hayretle görüyoruz. Rengi, dokusu, karakteri olan bir malzeme cam. Dilerseniz parlak, dilerseniz mat hale getirebilirsiniz. Dilerseniz saydam, dilerseniz opak, dilerseniz degrade çalışabilirsiniz. Üstelik metal, deri gibi başka malzemelerle başarılı bir biçimde kombinlenebiliyor. Bir modacı daha ne ister?

7 Ocak 2010 Perşembe

Num Num şimdi de Bağdat Caddesi'nde

Num Num'ın Bağdat Caddesi'nde yeni açılan şubesini Ayşe Şakarcan blogunda yazmış. Detayları Ayşe'den alalım. 

Ayşe ve Can da pek çok kişi gibi  sinema  sonrası Num Num'ı tercih ediyor. Bazen ben de ediyorum. Fakat geçen gün yaşadığım çok ilginç bir tecrübe nedeniyle Num Num'da garsonların nasıl bir eğitimden geçtiğini merak etmeye başladım.

Avatar'a hafta sonu yer bulamayınca GMall'da hafta arası seansa bilet aldım. Öğle yemeği yememiş olduğum ve film de üç saat süreceği için, Num Num'da bir sandviç yiyeyim dedim. Restoranda 3 bilemediniz 4 müşteri var. Hesabı istemek için uzun süre, kız garsonumuzun müşterilerden bir oğlanla sohbetinin bitmesini bekledim. Hesap geldi, nakit ödedim. Hesabın üstü bir türlü gelemedi. Kız garsonumuzla oğlan garsonumuzun kikirdeyerek ceplerini karıştırmalarından bozuk para aradıklarını tahmin ettim. Para üstü geldi, eksik:
- Para üstü eksik geldi.
- 1.25 Lira eksik. Sizin bunu sorun etmeyeceğinizi düşündüm.
- Neye dayanarak?
- ?
- Müessese müşteriye borçlu kalmaz.
- ?
Para üstüyle birlikte faturanın da gelmediğini söyledim. Koşarak getirmeye gitti. Bütün bunlar olurken şef ya da sorumlu kişi iki masa ötede bilgisayarda birşeyler yapıyordu. Şefe dedim ki:
- Benim vaktim yok, sinemaya giriyorum. Siz arkadaşa, müessesenin kimlere borçlu kalıp kalmayacağını anlatın lütfen.

Restoran işi çok nazik bir iştir. Müşteri memnuniyeti çok önemlidir. Müşterinizi memnun etmek için hep kendinizden, daha fazlasını verirsiniz. Müşteri haksız bile olsa, "haksızsınız efendim" diyemezsiniz. Num Num gibi kendini ortalamanın üzerinde konumlayan bir işletmede (restorancılar müessese der) tüm personelin bunu biliyor olması gerekir. Bozuk para çıkışmadı mı?

- Size tam para üstü veremeyeceğim efendim, kredi kartıyla ödemek ister misiniz?
- Size tam para üstü veremeyeceğim efendim, bir kahve ikram ederek telafi edebilir miyim?

Problemi müşteriye bu şekilde iletseniz, kim olsa "sorun değil" der. Biraz nezaket ve düşünceli davranış ile hem müşteriye borçlu kalmamış olursunuz, hem de müşteriyi memnun etmiş olursunuz. Ben, mutsuz müşteri, burada oturmuş şu yazıyı yazıyorum.  İnsanlar okuyor. Mehmet Gürs durmadan çalışıyor. Vallahi Mehmet Gürs'ün emeklerine yazık oluyor...

5 Ocak 2010 Salı

Avatar kült film olabilir mi?




Günlerdir herkesin dilinde Avatar var. "Son yılların en pahalı yapımı" deniyor. "Sinemada bir dönüm noktası" deniyor. "Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" deniyor. Beğenenler, bayılanlar ve hatta iki defa gidip izleyenler var...

Kendi adıma filmi beğendiğimi, film üç saat sürmesine rağmen, ara verilmesini hiç istemediğimi söyleyebilirim. Üç boyutlu gözlüklerle çok daha etkileyiciydi. Yönetmen James Cameron, yıllarca düşünmüş, araştırmış, uğraşmış, didinmiş. Sonuç ortada. Başarılı bir film. James Cameron'un bu hayallerine bağlılığı bana George Lucas'ın Star Wars için yıllarca öykü yazmasını ve filmi çekebilmek için elinde senaryo kapı kapı dolaşmasını anımsattı. George Lucas'ın çabasının sonucu: 5 devam filmi ve milyarlarca dolar gelir. Sinema tarihine geçen bir kült yapım, bir fenomen. Bugün en fakir ülkenin pazarlarında bile çocuklar için plastikten ışın kılıcı (oyuncak olarak) satılıyorsa, ben buna fenomen demem de neye derim? Duyduğumuza göre Avatar'ın hasılatı da gayet iyi gidiyormuş. Fakat benim görüşüme göre, Avatar'ın fenomen olmak için bazı eksikleri var.

İzlemeyenler için Avatar'ın özeti:
Uzayda Pandora adlı bir gezegende yaşam vardır ve insanlar, bu gezegende bulunan bir maden için burada koloni kurmuşlardır. Pandora, ağaçlık, yeşillik, cennet gibi bir yerdir. Burada vahşi hayatın yanı sıra medeniyet de vardır. Mavi renkli, iki buçuk metre boyunda, yüzleri kediyi andıran, kuyruklu  ve insansı yaratıklar gezegende kendi uygarlıklarını kurmuşlardır. Na'vi denilen bu gezegenin yerli halkı, çevrelerindeki her türlü canlı ile iletişim kurabilmektedir. Mesela saçlarının ucundan püskül gibi sinir uçlarını çıkarıp, ata benzer 6 ayaklı bir hayvanınkine değdirerek ona binebilmekte ve hükmedebilmektedirler. Hatta uçan kuşa bile hükmedebilen, üstün savaşçı yetenekleri olan son derece barışçı bir halktır (böyle söyleyince tuhaf oluyor, biliyorum).

İnsanlar, belli bir süre misyoner faaliyetler aracılığıyla Pandora'lıları kendi yanlarına çekmeye çalışmış ama başarılı olamamıştır. Aksine, Pandora halkının direnişiyle karşılaşmışlardır. Bu sefer, insan ve Na'vi DNA'larını birleştirip birşeyleri klonlayarak Na'vi görünümünde fakat düşünceleri ve hareketleri belli bir kişi tarafından yönetilen avatarlar oluşturmuşlardır. Amaç, bu avatarların Pandora'da rahatça dolaşması ve bilimsel bilgi toplamaktır. Pandora'da başka madenlerin yerlerinin tesbit edilmesi gerekmektedir. Filmin insancıl bilim kadını Sigourney Weaver ve ekibi tam da kendilerine birer avatar oluşturmuşken, bilim adamlarından biri ölür. Neyse ki onunla DNA'ları aynı olan bir ikiz kardeşi vardır ve onun avatarını kullanabilecektir. İkiz kardeş Jake Sully, Amerikan ordusunda gazi olmuş, omurilik ameliyatına maddi gücü yetmediği için tekerlekli sandalyeye mahkum, eski bir askerdir. Pandora'daki görevi sayesinde kazanacağı parayla sağlığına kavuşabilme hayali kurmaktadır.

Filmin iki kötü adamından biri Pandora'daki madencilik faaliyetlerinin düzgün yapılabilmesi için güvenlikten sorumlu albay (yani tough guy). Bir diğeri de yapılan yatırımın geri dönüşünden başka bir şey düşünmeyen ROI-man (Filmdeki isimlerini unuttuğum için böyle adlar verdim). Jake Sully avatarıyla gezegende dolaşmaya başladığının ilk günü başını belaya sokar ve ormanda kaybolur. bir Na'vi kızı onu bulur. Başlangıçta pek güvenmese de, kabilesinin bu adama bir şans verilmesi kararı üzerine ona kendi yaşam biçimini öğretmeye başlar (kızılderililerin arasındaki beyaz adam)... Başlangıçta yerlilerin arasına karışmak gibi bir planları olmamasına rağmen, Jake Sully'ye yerliler hakkında olabildiğince bilgi toplama ve onları yaşadıkları yerden başka bir yere taşınmaya ikna etme görevi verilir. Na'vi'lerin yaşadığı yerde maden vardır ve bu madende çalışmak için bölgenin boşaltılması gerekmektedir. Barışçıl Na'vi'ler ise askerlerin üzerlerine saldıracağına önce inanmazlar, ayrıca kendi topraklarını koruyabileceklerini düşünmektedirler. Tabii ki askerler saldırır...

Jake Sully (ve avatarı) görevlerini başaramamıştır, onu doğa dostu bu topluma fazlasıyla bağlanyan manevi bir bağ vardır. Bir de dişi Na'vi... Tough guy, John Sully'yi avatarından ayırmak ve Na'vi'lerle iletişimini kesmek ister. Sully ve arkadaşları kaçar, ne pahasına olursa olsun katliama engel olmak isterler. Sully, Na'vi'lerin güvenini ve saygısını kazanmak için Pandora'daki en vahşi kuşa biner ve ona hükmeder. Böylece kahraman olur, Na'vi halkını örgütler, askerlere karşı savaşırlar ve kazanırlar. Askerler ve madenciler de Pandora'dan çekilir. Sully ve arkadaşları Pandora'da kalır.

İzlemeyenler filmin resmi web sitesi için buraya, fragmanı için buraya tıklayabilir.

İyi kahraman, kötü kahraman

Avatar filminin kahramanı Jake Sully, önceleri para kazanmak gibi son derece materyalist bir amaçla hareket ederken, hem aşık olması hem de barışçıl bir toplumun yurdundan sürülmeye çalışılması karşısında bir kahramana dönüşüyor. Filmde bu dönüşünmün biraz zayıf kaldığını düşünüyorum. Bu nedenle kahramanla tam özdeşleşemiyoruz. Öte taraftan, filmin kötü adamları da eski James Bond filmlerindeki gibi "kötü" adamlar. Sırf kötü oldukları için kötülük yapıyorlar. Dünyadan bilmem kaç ışık yılı uzakta, maskesiz nefes bile alınamayan bir gezegende askerler, bir an bile "eve dönebilecek miyiz acaba?" diye düşünmesin de durmadan terör estirsin... Pek inandırıcı gelmiyor. Karakteri benimseyemiyoruz.

Avatar filmine adını veren klon yaratığı yönetmek için tabut gibi bir şeyin içinden beyninizi bir takım makinelere bağlamanız gerekiyor. Dolayısıyla o yaratığın gezdiği, dolaştığı, kısacası uyanık olduğu her an siz tabuttasınız. Avatarınız uyuduğunda siz kalkıp yemek yiyebiliyor ya da duş yapabiliyorsunuz. Burada Matrixvari bir durum var. Sully de filmin bir yerinde bunu söylüyor: İnsanların arasında yaşadıkları mı gerçek yoksa Na'vi'lerin arasında yaşadıkları mı, kafası karışıyor. Hatta insan olarak ayaklarına kavuşmayı ve yeniden yürümeyi değil, Na'vi olarak kalmayı tercih ediyor. Felsefenin önemli konularından biri "gerçek nedir". Filmde burası da çok sığ kalmış. Oysa seyircinin zihnini öylesine karıştırabilirdi ki... Bu konuda zihninizin karışmasını istiyorsanız David Cronenberg'in eXistenZ filmini izlemenizi öneririm. Kolay kolay toparlanamazsınız. O kadar yani...

Kült film mi, değil mi?

Avatar, neredeyse filmin %80'inde animasyon izlediğimiz bir yapım. Oyuncular stüdyoda sahnelerini oynamış, gerisi bilgisayarla birleştirilmiş. Bunun büyük başarıyla yapılmış olması, artık makyaj, dekor, kostüm vb. kısıtların aşılabildiğini gösteriyor. Senaryo yazarken ya da film çekerken artık sanatçılar çok daha özgür olabilecek. Bu nedenle sinemada Avatar'dan önce ve Avatar'dan sonra diye iki dönem olacağına inanıyorum. Jake Sully'nin ve Pandora'da kalan arkadaşlarının maceralarının sürmesi,  devam filmlerinin çekilmesi de muhtemeldir. Fakat tüm başarısına rağmen ben, Avatar'ın bir kült film olabileceğini düşünmüyorum. Sebebi de öykünün (yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı) bu çağın insanları için çok klasik olması. Filmde aşk var, idealizm var, iyi adam/kötü adam savaşı var, düşman var, kahramanlık var. Tamam hepsi var ama... Sonunda Braveheart'ın ya da Apocalypto'nun bıraktığı tadı bırakmıyor damağınızda. Çok uzaklara gitmeyelim, Titanic'in bıraktığı tadı da bırakmıyor. Bu ölçülebilir ya da açıklanabilir bir şey değil. Tamamen duygusal, tamamen sezgisel bir şey. Bana öyle geliyor...

2 Ocak 2010 Cumartesi

Hayat bir zamanlar "tatlı" imiş: Cheri ya da Aşkım



Bu hafta gösterime giren Cheri (Aşkım) filmini Filmekimi 09'da izlemiştim. Film, buruk bir aşk hikayesini anlatıyor. Bu nedenle uzun uzun yazacak bir izlenimim yok. Filmi izleyen herkesin zihninde yer edeceğine inandığım başka bir özelliğinden bahsetmek istiyorum: Film 20. yüzyılın başında Paris'te geçiyor. Tam da Belle Epoque (Güzellik Çağı) denilen zamanda. Bu döneme neden bu ismin verildiğini filmi izlediğinizde daha iyi anlayacaksınız. Filmin girişinde mizahla karışık bir anlatım var, Belle Epoque hakkında, bu yüzden filmin başını ve jeneriğini dikkatle izlemenizi tavsiye ederim.

Efendim, bizim sanat tarihi derslerinde Art Nouveau (ar nuvo diye okunuyor, Yeni Sanat demek) diye okuduğumuz dönem, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında yaşanıyor. Bu dönem benim modern sanattan önceki dönemler arasında en sevdiğim. Çok kısa sürmüş fakat muhteşemmiş. 19. yüzyılda hızla endüstrileşen (tabii bir yandan da zenginleşen) Avrupa ve Amerika'da ortaya çıkmış. Temelinde eşyaların endüstriyel üretimle değil, el emeği ve ustalıkla ruh kazanabileceği ve ancak bu ruhu taşırlarsa "estetik" sayılabileceği düşüncesi var. Çok romantik bir düşünce... Aynı dönemde betonun ve demirin inşaatlarda kullanılmaya başlaması nedeniyle mimarlara da ilham vermiş ve bu döneme ait en güzel sanat eserleri mimari ve dekoratif sanatlar alanında ortaya çıkmış. Art Nouveau ayrıca o dönemlerde yeni yeni sanat sayılmaya başlayan grafik alanında da çabucak benimsenmiş. Mucha'nın (Çektir kendisi, Prag'da adına bir müze var)  grafik çalışmaları Art Nouveau denilince ilk akla gelen eserler. Cheri filmi tam da bu bu dönemde geçtiğinden, yazımın başlığında buna dikkat çekmek istedim.

Yukarıdaki slide show'da sizlere göstermeye çalıştığım üzere, film Michelle Pfieffer'ın güzelliği, harika kostümler, dekorlar ve görüntüler eşliğinde geçiyor.  Bir buçuk saat ağzımız açık "vay be" diye diye izliyoruz. Yönetmen Stephen Frears, "politikayı molitikayı boşver ya... Bu sefer de mesaj kaygısı olmadan kafamı boşaltacak bir film çekeyim ayol" demiş ve bu filmi çekmiş. Filmin konusu kısaca şöyle: Paris'te uluslararası ticaretin, para kazanmanın ve harcamanın zirveye ulaştığı bu dönemde, işadamları arasında metres tutmak çok yaygınmış. Hal böyle olunca da, hayatını birilerinin metresi olarak geçiren bir grup kadın da varmış. Michelle Pfeiffer (filmedi adı Lea) da bunlardan biri. Hastalıkları ve kiloları nedeniyle artık emekli olmuş (?!) eski meslektaşı Kathy Bates (Madame Peloux) ise hayırsız evladının derdine düşmüş durumda. Oğlu büyümüş ama içki, kumar, kadınlara para yedirme... Kısacası sefahat alemlerinde. Madame Peloux istiyor ki oğlu evlensin (iş sahibi olmasına gerek yok), toplumda makam mevki sahibi olsun. Kendisi gibi olmasın (?!). Evlenmeden önce kadınlarla "seviyeli bir ilişki" nasıl kurulur, öğrensin diye meslektaşı Lea'dan yardım istiyor. Filmde Lea oğlana sürekli Cheri diye hitap ettiğinden, oğlanın adı neydi hatırlayamıyorum şimdi. Neyse, o aralar Lea da son sevgilisinden ayrılmış olduğundan, "boş durmaktansa şu gence birşeyler öğreteyim" diye kolları sıvıyor. Bir yıl, üç yıl, beş yıl... Lea görevini de oğlanı da çok seviyor. Bu vaziyette tam altı yıl geçiyor ve oğlan 25 yaşına geliyor. Oğlanın annesi diyor ki "tamamdır, oğlan epey yola geldi, başını bağlayalım artık". Bir meslektaşının içine kapanık kızını gelin olarak seçiyor, oğlanı başgöz ediyor. Lea oğlanı özlüyor, oğlan Lea'dan kopamıyor. Yeni gelin mutsuz, oğlan mutsuz, Lea mutsuz, herkes mutsuz...

Filmde izleyiciye "vay be" dedirten ise, filmin o dönemin "tatlı hayat"ını gayet güzel yansıtması. O nasıl bir dönemdir ki, ticaret yapan herkes bol bol paralar kazanıyor. Kazanılan para ev geçindirmeye de yetiyor, sefahat alemine de, malikane almaya da, metrese mücevher almaya da... O nasıl bir dönemdir ki, bir metres bir sevgiliden bir ev, bir araba, bir uşak, bir hizmetçi, bir şoför, bir sürü giysi, bir sürü mücevher vs. vs.ye yetecek kadarr para tırtıklasın. Ve bütün bunlar adamı iflas ettirmesin... O dönem nasıl bir dönemdir ki bir kadın çalışmazken (?!) bile, biriktirdikleriyle 6-7 sene geçinsin, hiç sıkıntı çekmesin. Operalara gidilsin, yeni elbiseler alınsın... Hele hele filmde bir bölüm vardı, Lea kafasını dinlemek için deniz kenarında çok çok şık bir otele gidiyor (şimdiki 5 yıldızlı otel ayarında), 3-4 ay orada kalıyor. Maksat kafa dinlemek... Filmde benim hiç unutamayacağım bir nokta da Madame Peloux'nun malikane gibi bir evde yaşaması. O muhteşem evin kış bahçesinde konuğuyla likör içme sahnesi var, mamma mia! Mutlaka görmelisiniz. Film böylesi zengin detaylarla dolu. İzlerken gerçekten "vay be, hayat o zamanlar gerçekten tatlıymış" diyorsunuz. Tadı damağınızda kalıyor...

Filmin fragmanını izlemek için buraya tıklayın.

NOT: Türkiye'de çok az sayıda Art Nouveau örneği mimari yapı var. Bunlardan bir tanesi İstiklal Caddesi'ndeki Botter Apartmanı. Bina sorunlu bir miras meselesi yüzünden yıllarca boş ve bakımsız kalmış. Şu anda  kültür varlığı olarak ele alınıp restore edilmesi için çalışmalar yapılıyor. Bir diğer örnek ise eski Markiz Pastanesi. Markiz Pastanesi'nin meşhur fayans Art Nouveau duvar panoları duruyor (bu panoların herbirinde yılın bir mevsimini yansıtan kadınlı birer kompozisyon vardır). Fakat pastanenin yerinde şu anda berbat bir restoran var, içerisi sürekli kızartma kokuyor, girmek isteyeceğinizi pek sanmam...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails