31 Mart 2007 Cumartesi

Sahibinden kiralık ada



Yaz gelmeden tatil konusunu açmak ne kadar doğru diye sormayın. Tatil meselesi hayal kurmakla alakalı olduğu için zamanı mamanı olmaz.

İnternette dolaşırken kiralık adalarla ilgili bir haber buldum. Bize oldukça uzaklar, tabii coğrafi bakımdan... Otelde tatil köyünde çoluk çocuk gürültüsü, kalabalık falan istemiyorsanız ya da balayında gerçekten eşinizle başbaşa kalmak istiyorsanız, bir göz atın:

Necker Island: Bu ada British Virgin Takımadaları'nda yer alıyor ve Virgin şirketlerinin sahibi Sir Richard Branson'a ait. Adada Branson'un malikanesi var, fakat bu cennet ada gecesi 40.000 USD karşılığında kiralanabiliyor.

Musha Cay: Bahamalar'daki Copperfield Körfezi'nde yer alan Musha Cay, tanrı vergisi nimetleri akıllıca paraya çevirmeyi başarabilmiş işletmeciler tarafından bir tatil cennetine dönüştürülmüş. Gecesi 24.750 USD

Isla Kiniw: Karayipler'deki Curaçao yakınlarındaki Kiniw adası, egzotik, tropik ve görece mütevazı bir ada. Ana karaya yakın olduğu için pek ıssız sayılmaz, haftalık 5.950 USD'ye kapatabilirsiniz.

Brandy Hill Island: ABD'de Connecticut açıklarındaki 1 dönümlük Brandy Hill Adası'nda sadece 6 kişinin konaklayabileceği bir ev ve ağaçlar var. Adaya tekne dışında hiçbir şeyle ulaşılamıyor. Küçük ve ıssız. Haftalığı 1.500 USD.

Dream Island:
Tahiti'deki Moorea Adası yakınlarındaki Dream Island, çok küçük ve tropik bir ada. Gecesi 400-600 USD. Yolunuz düşerse...

Helva yapmak kolay olsaydı...



Nişantaşı'nda (çok yeni olmamakla birlikte güneşli günlerde yer bulamadığınız için) "yeni yeni popülerleşmeye başlayan" bir kafemiz var: Backhaus. Eski Burberry mağazasının yerinde Akkavak Sokak'ta. Girişte pasta reyonu var, donut'lar, kruvasanlar, cheesecake'ler, pastalar ve kurabiyeler. Zemin katta ve asma katta oturup yemek yeme imkanı var, hatta Tunaman Çarşısı ile aradaki minik parka bakan cepheye masa konuyor, açık havada da oturabiliyorsunuz.

Backhaus, Alman ya da Flamanca galiba. Çünkü burada donat'a farklı bir ad veriliyor (neydi unuttum), kuzey Avrupalı bir markanın franchise'ı izlenimi var, fakat böyle bir logosu böyle olan bir marka bulamadım internette. Neyse, bunu ilgilisini bulunca soracağım. Özetle Nişantaşı'nda harika bir konumda, harika ekmek ve tatlıları olan, son derece modern görünümlü bir kafemiz oldu. Fakat...

Un var, şeker var, yağ var... Fakat... helva yapmak o kadar kolay olsaydı, herkes yapardı. İş köşebaşı dükkanı kapıp, garsonları birörnek giydirmekle bitmiyor. Backhaus bir süre sonra düşük ciro yapmaktan kapanırsa hiç şaşmam. Müdavimleri de "bu kadar hoş bir yer niye tutmadı?" diye şaşırır belki. Öncelikle Backhaus kafası karışık bir yer. Kafe mi, pastane mi, restoran mı? Geniş dükkanı bulunca hem o, hem bu, hem şu olmak istemiş. Çorba 5 YTL, salata 12 YTL, tost 5.5 YTL, kahve 3 YTL. Fiyatlar ucuz mu pahalı mı sizce? Yiyecek pahalı, kahve çok ucuz. Dışarı verdikleri poğaça, kruvasan, simit vb. de Divan ya da Konak pastanesine göre daha ucuz. Ürünlerini bu şekilde konumlandıran bir markanın, pastane-kafe gibi çalışmasını bekleriz. Fakat madem o koca dükkana kira ödeniyor ve masalar var (ki Nişantaşı'nda böyle bir yerin kirası 6.000-10.000 USD arasındadır), o zaman yemek de verelim de ciro artsın diye düşünülmüş galiba. İşte o noktada da işletme kendi ipini çekmiş bence.

Backhaus'ta mutfak alt katta, çay,kahve ve pastalar üst katta. Adisyon hazırlanan servant arkada, yazar kasa ve pos cihazları ön tarafta. Tam bir kaos var. Dolayısıyla masaya oturtulan, yemek yemesi ve daha yüksek hesap ödemesi beklenen müşteri için dakika bir gol bir... Tost geliyor, çay gelmiyor. Adisyon geliyor, para üstü bir türlü gelemiyor. Mesela iki kişi öğle yemeği yiyecek. Biri çorba ve salata söyledi, diğeri tost ve çay. Çorba alt kattan, tost ve çay üşt kattan, salata yine alt kattan, müşterinin soğuk içeceği varsa yine üst kattan geliyor. İki kişiye servis yapmak garson için tam bir kabus. Beklemek de müşteriler için... Hele dışarı oturmuşsanız...

Özet: İyi pasta yapmak ayrı bir iştir, restoran işletmek ayrı... Backhaus'a aceleniz varken ya da ayaküstü birşeyler yemek için gitmenizi önermem. Ama çoluk çocuk geniş geniş oturup, uzun bir pazar kahvaltısı yapalım, biraz da güneşlenelim derseniz, Nişantaşı'nda daha iyi bir yer bulamazsınız. Backhaus'u Laptop'ımızla gidilesi kafeler listesine de ekleyelim unutmadan...

24 Mart 2007 Cumartesi

Sert erkekler dans etmez! (Ama biraz gülümseyebilirler...)



Bugün gelen haberler arasında benim seyretmeye doyamadığım Mumya filmlerinin üçüncüsünün çekileceği ve filmde kötü adamı da Jet Li'nin oynayacağı vardı. Jet Li, Hero'dan bu yana gözümde. Mumya filmine de pek uygun gördüm. Şimdi üçüncüsünü heyecanla beklediğim iki film oldu: Karayip Korsanları'nın üçüncüsü ve Mumya serisinin üçüncüsü...

Tatlı Hayat'ta yazdığım sinema yazılarımı, Wordpress'deki diğer blogumda (Tatlı Hayat Wordpress'te) da yazıyorum. Ayrıca bu yazıların güncel filmlerle ilgili olanlarını Çember Net'teki forumun Film Eleştirileri bölümünde de yayınlıyorum. Çember Net'teki yazılarım çok fazla hit alıyor, ama siz Tatlı Hayat'tan okumaya devam edin, çünkü Çember Net'te resim ve link olanağı yok, grafik tasarımı da bu kadar iyi değil.

Sadede geleyim, geçenlerde gelen bir mailde, kadın olduğumu öğrenen bir okurum çok şaşırdığını belirtmiş (Nahide'yi erkek ismi sandığı için ben daha çok şaşırdım). "Sizin izlediğiniz filmler hep erkek filmleri" diyor. Allah allah! Kadın filmi, erkek filmi diye bir kavram mı var? Yapımcılar bir film yaparken "hadi şimdi de şöyle güzel bi erkek filmi yapalım" diye mi kolları sıvıyorlar? Neyse, okurumun kastettiği sanıyorum aksiyon filmlerinin kadınların ilk tercihi olmaması. Mesela bu hafta vizyona giren filmler arasında "Söz ve Müzik" varken ben "Apokaliptika"ya gideceğim. Böylece erkek filmi (?!) izlemiş olacağım.

Hem okuyucuma cevap, hem size acıklama olsun diye yazıyorum. Çocukken çok çizgi roman okurdum. Bizim zamanımızda Pokemon'lar Avatar'lar falan yoktu (Bkz. Sünger Bob yazım). Red Kit'ten Örümcek Adam'a, Kızıl Maske'den Süperman'e ne varsa okudum. O yüzden fantastik filmler, mistik şeyler, masallar, efsaneler benim çocuk tarafıma çok hitap eder (Geçen hafta 300 Spartalı yazmıştım, bu hafta da Apokaliptika yazacağım kısmetse). Yine 80'li 90'lı yılların B sınıfı aksiyon filmleri ve "ille de aksiyon filmi kahramanı" haline getirilen oyuncularına da pek muhabbetim vardır. Kim mi bunlar? En başta Jean-Claude Van Damme, Christopher Lambert, Steven Seagal gelir. Hulk Hogan'ın yeri ayrıdır. Arnold Schwarzenegger ise A sınıfına atlamayı başarabilmiş bir oyuncu. (A sınıfı oyuncudur demiyorum, Terminatör gibi çok büyük bütçeli filmlerin aranan oyuncusu oldu demek istiyorum) Bu saydığım oyuncuların hepsi kaslı vücutlu, yakışıklı sayılamayacak adamlar. Bunun için midir bilmem, seri filmi olmasa da Van Damme'ın hangi filmini izlesem, hep aynı kahramanı izliyormuşum gibi gelir bana... Hulk Hogan da öyle... Bu B sınıfı action man'leri pek severim. TV'de ilgiyle izlerim filmlerini. Sert erkeklerdir bunlar, öyle sevgilileri mevgilileri olmaz bunların. Hem kötü adamları dövüp hem en güzel kızı almaz bunlar... Sadece kötü adamları döverler. Yalnız kovboy halleri vardır. Sert erkekler dans etmez...

Jet Li filmlerini gördükçe de acaba diyorum... Acaba Jet Li yapımcıların yeni sert erkek tipi mi? Tabii eskileri kadar sert değil. Artık erkekler maço ve kılıbık diye ikiye ayrılmıyor. Metroseksüeli var, überseksüeli var, osu var, busu var... Günümüz sinemasında su katılmamış John Wayne modeli maço adamı kimseye satamazsınız (gerçi 24 dizisindeki Jack Bauer de az maço değil... Bir dizinin sonunda da ayağını uzat, tv seyret, ya da ne bileyim sevgilinle tatile falan git be adam...) O yüzden Jet Li gibi dövüş ustası ama biraz da sevimli suratlı bir kahraman yarattılar. Kahraman'da da Korkusuz'da da yalnızdı Jet Li. Kadın/sevgili unsuru arka plandaydı yani... Görünüşe göre sert erkekler hala dans etmiyor, ama artık gülümsemelerine izin veriliyor...

22 Mart 2007 Perşembe

Uzaya turist olarak gitmek için bir neden daha...


Biliyorsunuz Virgin Galactic, adam başı 200 bin dolara uzay turu yapıyor. Bunun için bilet alanlar da oldu. Fakat tur 2009'da. Dün okuduğum bir habere göre yazılımcı Charles Simonyi de, başka bir şirketin turuna bilet almış ve uzaya turist olarak gidecek beşinci kişi olacakmış. Simonyi, yolculuğunu daha renkli hale getirmek için arkadaşı Martha Stewart'ı aramış ve bu yolculuk için özel bir mönü hazırlamasını istemiş. Çünkü Simonyi, 7 Nisan'da uzaya çıkacak ve uzay üssündeki mürettebata bu yemeği götürüp sürpriz yapmak istiyor. Bizim Türk astronotlar uzaydaki gurme yemeğin simit kaşar tadında bisküvi olduğunu sansın varsın... Martha'nın mönüsünde kızarmış bıldırcın, kaparili ördek göğsü, patates püresi yatağında tavuk ve elmalı tatlı ile irmikli ıslak kek var.

Virgin Galactic de kendi turunu tanıtmak ve daha renkli hale getirmek için geri kalmıyor. Superman Returns filminin yönetmeni Bryan Singer ve tasarımcı Philippe Starck'a bilet satmışlar. Dahası, Philippe Starck "abi, sizin bu geminin içine ben bi el atayım" diyip, yolculuğun yapılacağı SpaceShipTwo'nun iç mekanları için tasarım yapmış (Bahse girerim Virgin'de aldığı para ile uzay yolculuğu bedavaya gelmiştir).

Uzay yarışı kızışıyor. Benim turum, senin turunu döver!


NOT: Resim Martha Stewart'ın sitesinden alındı, başlangıç yemeği bıldırcın.

19 Mart 2007 Pazartesi

300 Spartalı tarihe nasıl geçti, nasıl geçecek?




Cuma günü vizyona giren 300, Amerika'da vizyona girdiği hafta gişe rekorları kırdı. Bizde de ilgiyle karşılandı. (Aslında rakamlar henüz açıklanmadı, basının gösterdiği ilgiye dayanarak böyle söylüyorum) Bu hafta çeşitli sitelerden okuduklarım nedeniyle 300 filmine farklı bir açıdan bakalım istedim.


300 Filmi Frank Miller'in aynı adlı çizgi romanından filme uyarlanmış ve M.Ö. 400'lerde geçen Thermopylae savaşında yaşanmış bir hikayeye dayanıyor. Pers ordusunun işgali karşısında Yunanistan'da her biri ayrı bir şehir devlet olan krallıkların birlik olup ordu toplaması biraz vakit alıyor. Malum, antik Yunan'da demokrasi var. Senatolar toplanacak, oylama yapılacak vs. vs. Kahramanlıkları ve savaşkanlıkları dillere destan olan Spartalılar'ın meclisi de savaşa ordu gönderme kararı almada gecikince, Sparta kralı Leonidas, daha fazla bekleyemeyiyor ve en iyi 300 askerini yanına alıp "korumalarımla yürüyüşe çıkıyorum" diye çekip gidiyor. Tabii ki savaşa... İşte film, Leonidas ve 300 askerinin, çok kritik bir dağ geçidini tutup, Pers kralının 2 milyonluk ordusuna kafa tutmasını anlatıyor. SPOILER UYARISI Filmin sonunda tahmin edeceğiniz gibi, 300 kişi ile ancak 5 gün Pers ordusunu oyalayabiliyorlar. Tarihi kaynaklara göre Yunan devletleri ordu gönderiyor ve Pers ordusunun işgali önleniyor. Filmin sonunda burası gösterilmiyor, buraya atıfta bulunuluyor.

Leonidas ve 300 askerinin yaptığı "kamikaze"lik, Herodot tarihinde yazıyor. Bu hikayeyle ilgili 1962'de çekilmiş bir film de var. Bana göre kahramanlıktan çok bir delilik destanı. Fakat kabul etmek gerekir ki bu tür hikayeler, destanlar sinema için harika malzemelerdir. Aksiyonsa aksiyon, duyguysa duygu, coşkuysa coşku alabildiğine. Konumuz olan 300 filminde de dalavereci politikacı, aşık ve mağrur eş, vefakar silah arkadaşı gibi yan karakterler var. Başından sonuna kadar iyinin iyi, kötünün kötü olduğü siyah-beyaz bir dünyayı izliyoruz. Siyah-beyaz dünya benzetmesi yerinde oldu galiba. Çünkü film, çizgi roman tadını vermek için siyah-beyaz tonlarda, yüksek kontrastlar kullanılarak yapılmış. Filmde neyin ne renk olduğunu hatırlamıyoruz, sadece Spartalı askerlerin kıpkırmızı pelerinleri renkli...
Bol aksiyon ve kan gördüğümüz filmin müzikleri de amiyane tabirle "gümbür gümbür". 100 dakika boyunca masal diyarında bir kahramanlık hikayesini görsel ve işitsel bir şölen eşliğinde "yaşıyoruz". Eh, sinema dediğimiz de budur zaten...

BİR FİLMİ CİDDİYE ALMAK
300 gösterime girer girmez İranlılar tepki gösterdi. Filmde Pers kralının hilekar, rüşvetçi ve mistik görünümüne karşı, Batı dünyasını temsil eden Spartalılar'ın soğukkanlı, vatansever ve kahraman halleri İranlılar'ı rahatsız etti. Bunun Bush'un Ortadoğu'ya açtığı savaşın gerekçelerini haklı göstermek için hazırlanmış bir kılıf olduğunu söyleyenler var. Türkiye'den gelen tepkilerdeyse Spartalılar'ın zayıf asker ya da çocukları aralarında barındırmamaları nedeniyle bir nevi Neonazi propogandası sayılabileceği bile vardı.

Ben bu tepkileri biraz abartılı buluyorum. Söylediklerinde gerçeklik payı vardır ya da yoktur. Ama tepki gösterilen şey neticede sadece bir film. Yönetmeninin ve senaryo yazarının zihnindeki bir fantezi. Bize asla "tarih böyleydi" diye kabul ettirmeye çalışmayan, aksine gerçeklikten alabildiğine koparmaya çalışan bir kurgusal eser. Bence bir film izleyip ya da bir kitap okuyup, eser sahibine (yazar, yönetmen, oyuncu vb.) "bize bunu nasıl yaparsın, nasıl söylersin" diye çıkışmak çok çocukça. Çünkü okuduğunuzu ya da izlediğinizi gerçeklerle karıştırdığınızı, ayırt edemediğinizi gösterir. Ha Elif Şafak'a "senin roman kahramanın böyle böyle diyor, öyleyse yazar olarak sen bizi aşağılıyorsun" demişsiniz, ha Mel Gibson'a filmindeki kötü karakter yüzünden "sen filminde Museviler'i aşağılıyorsun" demişsiniz, ha Borat'ın maceraları yüzünden "sen bir ulusun onuruyla oynuyorsun" demişsiniz. Yapmayalım... Hepsi birer kurgu, hepsi birer fantezi. Eser sahibi gerçekte kendi düşüncelerini ya da siyasi görüşünü yansıtmış olabilir, dolaylı yollardan mesaj vermek istemiş olabilir. Fakat hikaye dediğimiz şey sembollerle yüklüdür. İyi adam ve kötü adam olmadan hikaye olmaz. Kabul edelim ki en güzel hikayelerde de kötü adamlar (düşmanlar) o toplumdan olmayanlardır. Gerçek hayatta öcüler aramızda yaşar. Ama bunu bilmek de, bununla mücadele etmek de çok acı vericidir. Bu yüzden hikayelerdeki öcüler hep dışarıdan gelir, hep başkalarıdır. Tıpkı bazı devlet başkanlarının şu anda kendi toplumlarına empoze etmeye çalıştığı gibi...

Hikaye ile gerçeği karıştırmayalım. Gerçeklerden yola çıkarak çok güzel hikayeler yaratılabilir. Fakat bir hayalden yola çıkılarak gerçeklik yaratmak... Pek iyi bilmiyorum ama buna ideoloji deniyor galiba... Hani olmayan bir şeyi herkes varmış gibi algılıyor ve öyle davranıyor ya...

300 SPARTALI'DAN NE ÖĞRENEBİLİRİZ?

Ben kendi adıma filmi çok beğendim ve bir sinema (kurgu) klasiği olabilecek bir yapıt olarak görüyorum. Bu filmden çıkardığım sonuçlara gelince:

* Filmde Spartalılar kendi kültürüne yabancı toplumlara "barbar" diyor. Aynısı bizim için de geçerli olduğuna göre (sözlüğümüzdeki "gavur" vb. ifadeleri hatırlayalım), kimsenin kimseye barbar ya da gavur demesiyle kimse barbar ya da gavur sayılamaz. Başka ülkeleri ve toplumları tanımadan haklarında yargıya varmak, içe kapalı bir toplumda yaşamak dünyaya at gözlükleriyle bakmayı sağlıyor...

* Rüşvet ve ihanet hep vardı, hep var ve hep var olacak...

* Yunan yarımadasındaki toplulukların genel adı Greek (Yunan) olmasına rağmen kendilerini Spartalılar, Thespialılar, Atinalılar diye ayırmaları ya da Greek olarak adlandırmaları tamamen ne zaman işlerine nasıl gelirse öyle oluyor. Benzer durumlar Araplar ve Türkler için de geçerli. Bir Arap ne zaman Iraklı, ne zaman Arap oluyor? Lübnanlı Hıristiyan Arap ile müslüman Arap arasındaki fark nedir (genler değil)? Bizler kendimizi ne zaman Türk, ne zaman Boşnak, Çerkez, Laz vb. olarak tanımlıyoruz? Milliyetçilik ve kimlik konusunda biraz daha derin düşünmek gerekiyor...

* İyi bir hikayeniz varsa, reytinginiz asla düşmez... Leonidas antik Yunan döneminde de popülerdi, 1962'de de popülerdi, 2007'de de popüler...

* İyi bir film, iyi bir hikayeye dayanır, görsel işitsel malzemeyle desteklenir. Oliver Stone'un Colin Farrel'lı, Anthony Hopkins'li, Angelina Jolie'li ve Val Kilmer'lı Büyük İskender'ine karşılık, görece genç yönetmen Zack Snyder ve genç oyuncu Gerard Butler'lı 300 filmi, bence daha avantajlı durumda. Oliver Stone'u geçtiğimiz yıllarda Büyük İskender filminden dolayı yerden yere vurdular. Film kötü değildi, yine de izleyicinin damağında hoş bir tad bırakamadı. Oysa söylenecek tek bir şey vardı: "Oliver abi, hikaye biraz dağılmış..."


300 Filmi hakkında ayrıntılı bilgiyi buradan alabilir, fragmanını buradan izleyebilirsiniz. Film müziklerini beğenen rockseverlere de duyuralım, müzisyen Tyler Bates, filmde vokal yapan İranlı sanatçı Azam Ali'yle bir rock albümü hazırlıyormuş. Bu baharda piyasaya çıkacakmış...

15 Mart 2007 Perşembe

Buzdolabında 160 dakika



Robert De Niro'nun ikinci yönetmenlik denemesi ve Berlin Film Festivali'nin açılış filmi olan The Good Shepherd - Kirli Sırlar oyuncularının ve teknik kadronun dört dörtlük performansına rağmen eleştirmenleri memnun edemedi. Tabii bizi de...



Afişe bakınca Matt Damon, Angelina Jolie, Robert de Niro, Alec Baldwin, William Hurt gibi isimleri görüp heyecanlandık, gösterimden kalkmadan görelim dedik. Afişin karamsar halinden ve konusundan bir aksiyon filmi beklemiyorduk. Fakat 160 dakikalık filmin 160 dakikası boyunca da kollarımı göğsümde kavuşturup buzdolabında oturur gibi oturacağımı hayal bile edemezdim. Film için kötü, hayalkırıklığına uğratıcı, yetersiz, gereksiz yere karmaşık hale getirilmiş gibi şeyler söylemeyeceğım. Onlar zaten Rotten Tomatoes'ta yazıyor. Ben film boyunca ecelin nefesini ensemde hissettim, buz gibi soğuk terler döktüm ve üşüdüm, onu söylüyorum. Hayır efendim, sinema salonu soğuk değildi, filmin kendisi Soğuk Savaş yıllarında geçtiğinden midir nedendir, son derece soğuktu.

Filmin konusunu da izlememiş olanlar için kısaca yazayım, başına da "spoiler" uyarısı koyayım. Benden günah gitsin... Edward Willson, 1930'lu yılların sonunda Yale Üniversitesi'nde parlak bir öğrenciyken, savaşın getirdiği ihtiyacın da etkisiyle önce orduda, sonra da haber alma teşkilatının içinde bulur kendini. Aslında Willson karakteri, CIA'in kurucusundan (adını ne yazık ki şu anda hatırlayamadığım kişi) esinlenerek yaratılmış. Ve özetin de özeti, filmde hiçbir şey olmuyor. Film Willson'un inandığı değerlerin yani ülkenin çıkarını korumak için özel hayatını ve hatta ailesini bile feda ettiği gerçeğini gözümüze sokuyor. Hani biz yataklarımızda rahat uyuyalım diye bazıları uyumaz meselesi. Fakat bunu anlatırken, Robert DeNiro bunun bir film olduğunu unutmuş; özgün kişinin soğuk ve duygusuz karakterinin altını fazlaca çizmeye kalkışmış. Dolayısıyla filmde hiçbir şeye tepki vermeyen (ne olumlu, ne olumsuz) duygusuz bir Matt Damon'ın (Willson) hayatından 30 yıllık bir bölüm izliyoruz ama drama yok. Kime güveneceğini bilemediği, durmadan arkasını kollamak zorunda olduğu, kendini ve ailesini asla güvende hissetmediği bir 30 yıl. 160 dakikaya sığdırılmış bir 30 yıl, minimum ama çok anlamlı diyaloglar, her diyalogtan bir mesaj çıkarma çabası ve Matt Damon'ın sinirlenmediği, gülmediği, heyecanlanmadığı, küfretmediği buzdolabı suratı...

Sezar'ın hakkı Sezar'a... Filmin bir tarzı, bir üslubu var mı? Var. Tutarlı mı? Tutarlı. Oyunculuk iyi mi? İyi. Senaryo güzel mi? Valla bana da gelse böyle bir senaryo, ben de hayacanlanırdım. Filmin tek kusuru (ve aslında izleyiciyi de en çok yoran ve filmden sinema tadı almasını engelleyen şey) çok fazla şeyin bir filme sığdırılmaya çalışılmış olması. Tamam, derslerine çalışmışlar. Olaylar tarih kurgusu içinde gerçek olaylarla son derece sağlam bağlarla bağlı. Her kahramanın bir rolü var, bir mesaj veriyor. "Ajanlıkta kimseye güvenemezsin", "kimin gerçekte yurtsever olduğunu, kimin olmadığını asla bilemezsin", "sana/vatana ihanet eden adamın çok basit nedenleri olabilir", "Amerika, gücünü karşısına bir öcü koymak ve bu öcüyle mücadele ediyor gibi görünmeye borçludur" vs. vs. Filmin bir ileri bir geri sararak izlettirilen tamamında, zaten karakter tahlili yapmaya fırsat bulamadığımız ve sayısı çok fazla olan kahramanları tanımaya, anlamaya, diyaloglarından mesaj çıkarmaya ve bu mesajları kronolojik bir sıraya sokarak olayların örgüsünü anlamaya çalışıyoruz... Offf, yazarken bile yoruldum...

Bir Pazar günü, kolanızı mısırınızı alıp, keyifle seyredip, gülerek çıkacağınız bir film değil Kirli Sırlar. Bence sinamada izlemeyin. DVD'sini alın, 3-4 arkadaş bir arada izleyin. Film bitiminde anlayanlar anlamayanların sorularını yanıtlasın. Kafanızı karıştırsa, yorsa, üşütse de izlemeye değer bir film. Bu kadar laftan sonra bir de kritiğim olacak (?!), filmin montajında o ileri geri tarihlere gidip gelmeler olmasa, film düz düz aksa, sadece ilk sahnedeki kaset dinleme olayının çözümünü sona bıraksalarmış, film şimdikinden daha kötü ya da niteliksiz olmaz, aksine daha kolay anlaşılır ve daha akıcı olurmuş diyorum... Şahsi kanaatim...

NOT 1: Filmin orijinal afişini koydum. Türkiye'deki afişte Robert de Niro ve Angelina Jolie de var, fakat filmde rolleri o kadar küçük ki, niye afişteler, filmin kurgusuyla çelişmiyor mu gibi sorular geliyor aklımıza. Orijinal afiş filmi daha iyi anlatıyor bence...

NOT 2: Filme adını veren "good shepherd (iyi çoban)" terimi bildiğim kadarıyla İncil'de İsa'yı kast ederek kullanılıyor. İnsanları kurtuluşa götüren, koruyup gözeten manasında. Daha adında bile mesaj/gönderme olan bir film bu. Ama içeride İncil'in bu bölümüne herhangi bir atıf yok. Onu da siz bileceksiniz, siz bulacaksınız artık...


NOT 3:
Bu film Oscar da dahil olmak üzere pek çok ödüle aday oldu ama sadece Berli Film Festivali'nde tüm oyuncu kadrosuna topluca Gümüş Ayı verildi. Bana göre nedeni, Robert De Niro'nun Oscar alamayacak kadar Avrupai bakış açısı. Bu film, yönetmenin bakış açısını beğeniyorsak eğer, kendi içinde son derece tutarlı ve ne dediğini bilen bir film. Sorun, son derece partiotik duyguların altını çizse de Akademi üyelerinin yüreğini burkacak Amerikanvari (arabesk demek daha doğru aslında) bir söyleme sahip olmamasıydı.

Filmin fotoğrafları ve trailer'ı için buraya tıklayabilirsiniz.

12 Mart 2007 Pazartesi

Numnum: Kanyon mu GMall mu?





Restoran yazılarını sevdiğinizi biliyorum ya, şuraya hemen elimin altında hazır diye bir Numnum yazısı girivereyim dedim. Bu blog yazma işi bana vallahi billahi bir kameralı cep telefonu aldıracak sonunda. İlaç için Numnum'ın mekan fotoğraflarını bulamadım hiçbir yerde. Yukarıdaki fotoğraflar İstanbul Yiyecek İçecek'in sayfasından alındı. Tanıtımlarını yapacağımıza göre, sorun çıkmaz sanıyorum...

Efendim, Türkiye'nin yıldız aşçılarından Mehmet Gürs'ün şirketi İstanbul Yiyecek İçecek, catering şirketleri, gruba bağlı diğer restoranları ve prodüksiyon şirketiyle yemek işini son derece ciddiye alan bir kuruluş. İlk restoranını 2003'te Maçka'daki GMall'ın içinde açan Numnum da, grubun zincir restoran olması için kurulmuş bir işletme. Resimlerden de anlaşılacağı üzere fast food servisi yapıyor. Fakat fast food'a da hakkını veriyor. Sunumu, mönüsü ve porsiyonları burayı alelade bir "diner"dan (anladınız siz onu : )) ayırıyor.

Resimlerde Panini ekmeğinde biftekli sandviç ve hamburgerler görülüyor. Patates doyana kadar. İyi bir hamburgerciden farkı ince hamurlu çıtır pizzası ve enfes tatlıları. Yoksa fiyatlar gayet makul, adam başı 20-30 YTL'ye patlayasıya yiyebilirsiniz.

Gelelim Kanyon mu GMall mu meselesine. Numnum, şu anda İstanbul'da bu iki alışveriş merkezinin içinde servis veriyor. Önce açılan GMall restoranı, sinema salonlarının arasında, fuayeyle bütünleşik, kapısı penceresi olmayan, öyle okul kantini gibi, gayet samimi bir mekan. Cumartesi ya da Pazar günleri giderseniz "cumartesi babaları"nı görebilirsiniz. Çocuklarına pizza yedirip sinemaya götürürler. Numnum'larda kot pantolonlu tişörtlü garsonlar vardır. Genellikle 25 yaşın altındadırlar. İyi kızlar, çocuklardır ama garsonluğun bir meslek olduğunu pek idrak edememişlerdir. Sanki bize servis yapınca, vereceğimiz bahşişle hemen sinemaya gidecek gibidirler. Kim kime hizmet ediyor, bir an aklınız karışır. Kanyon'daki Numnum ise, barı, bar masaları ve yemek bölümüyle daha büyük bir restoran. Orada host ve hostesler var, "yer gösterilmeden oturmayın" yazıyor kapıda ama, yer gösterecek arkadaşların birilerine sms yollamaları bitmek bilmiyor. Tabii daha büyük olduğundan daha çok servis elemanı var ama o servis elemanlarının mutfakla masalar arasında yürumesi gereken mesafe daha uzun olduğundan, bazen bazı isteklerinizi duymazdan da gelebiliyorlar. Üç kişi yemek yiyecek, ikisinin içeceği gelmiş... Üçüncüsü beklesin efendim, bir kişi için taaa bara mı gidecek gençler?

Özetle; yemekler makul fiyatta ve güzel. Kanyon'a da girseniz, GMall'a da gitseniz aşağı yukarı aynı mönü. Sinemadan önce gitmişseniz, vaktiniz bolsa, masada muhabbet de iyiyse problem yok. Yalnız üç küçük uyarı:

1. Garsonlara fıstık atmayın (anında senli-benli olmaya ya da tuhaf espriler yapmaya başlıyorlar).

2. Kanyon'da cam kenarına oturmayın (efendim dışarıda görecek bir şey yok, üstelik çok soğuk geliyor).

3. Meksika baharatlı biftekli pizza söylemeyin (pizza hamuru o kadar ince ve etler o kadar soslu ki, pizza hamurunuz daha yarısına gelmeden soğumuş ve salçadan vıcık vıcık ıslanmış hale geliyor).

1000. Okura madalya verecektik...

Tatlı Hayat bugün itibarıyle 1000. okur tarafından ziyaret edildi. Counter firmasına para ödemediğimden, kim olduğunu tesbit edemiyorum ne yazık ki... Neyse, 1000. okurumuz a madalya veremedik ama, bugün ayın 12'si olmasına rağmen Tatlı Hayat daha şimdiden 662 kişi tarafından görüntülendi. Geçenlerde Türk blogger'larının duayeni sayılabilecek bir ağabeyimizin blogunun günde 1.500-3.000 kişi tarafından okunduğunu öğrendim, neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Darısı başımıza diyorum.

Amatörce web yayıncılığı yapan biri olarak 1000 okuyucunun istatistiklerinden ne öğrendim? Tatlı Hayat'ı kim, nasıl ve ne için okuyor? İşte yanıtları:

* Tatlı Hayat'a en çok 10.00 sularında ve 14.00 ile 17.00 sularında giriliyor. Gece yarılarına kadar ziyaretçimiz var ama...

* Tatlı Hayat'a en çok Google'da kelime araması yapanlar ulaşıyor. Aranan kelimeler arasında "Antarktika"dan "Brad Pitt"e kadar ne isterseniz var. Sonra da diğer bloglarımdan ve Yenilux'ten gelenler var. Ayrıca Blogger.com'dan ya da Arama.net'ten gelenlerin sayısı da az değil.

* Tatlı Hayat ile ilgili olarak eşim, dostum, onların eşleri dostları falan filan toplam 750 kişiye haftada bir kere haber bülteni yolluyorum. Bu bültenleri şimdiye kadar 1 kişi "istemiyorum, bana göndermeyin" dedi, geri kalanların %25'i bültenleri açıyor ve okuyor.

* Ziyaretçi başına 1.5 sayfa okunuyor. Yani ziyaret edenler sitede biraz vakit geçirip, başka yazılara da göz atıyor.

* Tatlı Hayat'ta en çok yemekle ilgili yazılar okunuyor ve yorum yazılıyor. Yorum yazma konusunda okuyucularım biraz çekingen...

* Tatlı Hayat'a yeni bölümler eklemek istiyorum, bunların müjdesini de buradan vereyim. Birincisi podcast bölümümüz olacak. Her hafta güncellenecek 5-6 dakikalık bir bölüm yer alacak. Bunun için yayın olanaklarını araştırıyorum. İkinci yeniliğimiz de çok çok özel bir seyahat rehberi olacak. Bu rehberde herhangi bir turizm acentesinden tur paketi satın alamayacağınız ve rehberle gezemeyeceğiniz yerleri anlatacağım. Mesela Robinson Crusoe'nun adası gibi... Üzerinde biraz daha çalışmam gerekiyor, bekleyin...

10 Mart 2007 Cumartesi

Zenginin düğünü züğürdün gündemini meşgul etmeye devam ediyor...



Aslında bugün küresel ısınmayla ilgili başka bir haber yazacaktım ama, Liz Hurley ile Arun Nayar'ın düğünü daha renkli... Tatlı Hayat, adı üstünde, pastanın kremasını, soğanın cücüğünü yiyen bir site. Düğun vesilesiyle Hindistan'ın tanıtımına da katkıda bulunalım...

Resimde görünen saray gibi yer, düğünleri günlerdir konuşulan çiftimizin Hindistan'daki düğünlerinin mekanı. Ünlü lüks oteller zinciri Taj Hotels'in Jodhpur'daki (Hindistan'ın Rajastan eyaletinde) Umaid Bhawan Palace oteli. Otelde yapılacak kutlamalarla ilgili ayrıntıları diğer blogumda yazıyorum. Burada sadece Hindistan'ı fakir, sefil, pis bir ülke ve hippilerle backpacker'lardan başka hiçbir turistin rağbet etmeyeceği bir yer zannedenlerin dikkatini çekmekk istiyorum. Hindistan, Güneydoğu Asya ülkelerinin çoğunda olduğu gibi son on yılda ardı ardına açılan egzotik spa ve golf otelleriyle dolu. Bir zahmet Google'da "India" ve "luxury resort" kelimelerini arayın. Neler bulacağınıza inanamayacaksınız...

9 Mart 2007 Cuma

Macseverler buraya!


Bilgisayarı Macisntosh olanlar, onların en çok şık tasarımlarıyla gurur duyar. Mac, daha kutusu açılmadan çok özel olduğunu hissettirir. Sonunda bir Mac sahibi olunca da, evde ya da ofiste ona yer bulunamaz. Çünkü en az kendi kadar değerli bir tasarım ürünü masa ister. Öyle alelade bir masada kullanamazsınız. İçiniz elvermez...

Yeni bir site gördüm. Mac sahiplerinin bu şık tasarımlı ortam sorununa çözüm sunuyor. Rain Design Inc.'in yeni tekerlekli Mac standları, ister oturarak (ki o zaman zaten masa gibi kullanılmış oluyor) ister ayakta kullanılabilecek iGo adı verilen son derece ilginç tasarımlar. Çok hafif olan iGo'yu evde ya da ofiste, dilediğiniz yere koyabilirsiniz. Eğer bir Airport'unuz da varsa, kablo mablo gerekmez. Hem tekerlekli, hem kablosuz, evin neresinde isterseniz çalışabilirsiniz...

iGo simdilik Türkiye'de satılmıyor. Fakat Rain Design Inc'ın sitesindeki online mağazada 333-499 USD arsında fiyatlarla satılıyor.

6 Mart 2007 Salı

Hayat kırkından sonra başlar...











Tatlı Hayat bir dedikodu blogu değil (keşke olsa, maalesef o kadar iyi takip edemiyorum olan biteni...). Bu nedenle Liz Hurley ve Arun Nayar'ın düğünü hakkındaki yorumlarımı bu blogun bağlamında değerlendirmenizi rica edeceğim.

Tom Cruise ve Katie Holmes'un tarihe geçen düğun fotoğraflarını basına rekor fiyata satma başarısından (?!) sonra İngilizler Liz Hurley ve Arun Nayar'ın Hello dergisine 1 milyon Pound'a sattığı düğün fotoğrafları için yarın (7 Mart) gazete satıcılarına koşacak gibi görünüyor. Zira Elton John (bütün zarif kadınların en yakın arkadaşı, nasıl oluyorsa...), Donatella Versace ve Beckham'ların (onlarsız olur mu?) konuklar arasında olduğu, Sudeley Şatosu'nda basına kapalı olarak gerçekleştirilen düğün çok merak ediliyor. Yeni evliler düğünden sonra Hindistan'a gitti ve burada Hint geleneklerine göre de çeşitli törenler yapılacak. Hello dergisinin 1 milyon Pound'u çatır çatır ödediği düğün fotoğrafları da yarınki Hello'da yer alacak. İngilizler düğünü o kadar merak etti ki, söylentiler bitmedi. Gelinliği Donatella Versace'nin tasarladığını zaten Sağır Sultan bile duydu. Hindistan'daki düğünde Liz Hurley'in pembe ipekten bir sari giyeceğini de biliyoruz. Fakat işte gerçek bir gazetecilik başarısı: Liz Hurley'in evlilik yüzüğünün nereden alındığını açıklamış İngiliz Vogue dergisi. Sıkı durun! Evet, yüzük Chopard'ın Bond Street mağazasından alınmış. Yüzüğün resmi de var. (Ben de sizi bundan mahrum edemezdim) 15.09 karat değerindeki yüzük beyaz altın üzerine kare kesimli şeffaf bir elmas ve pave pırlantalarla bezeli.

Liz Hurley, yanlış bilmiyorsam birkaç yıldır Arun Nayar ile birlikteydi. Önceki sevgilisi ve kocası Hugh Grant ile Hülya Avşar modeli ilişkisi ve "ayrılsak da beraberiz, dostuz" beyanatlarından sonra gözümde "güzel ama bedbaht kadın" mertebesindeydi. Ne olduysa 40 yaşını devirdikten sonra oldu. Modellikten emekli olacağına işleri daha da çoğaldı. Estee Lauder'in yüzü oldu. Arun Nayar ile sevgili oldu ve şimdi de prensesler gibi bir düğünle evleniyor. İngiliz basınının düğün fotoğraflarına bu kadar para ödemesi, Hurley'in halkın gözünde de prenses olduğunu işaret eder gibi...

5 Mart 2007 Pazartesi

Bir nefes sıhhat gibi...



Hollandalı mimar Hofman Dujardin kalabalık şehir hayatında "bir nefes temiz hava" özlemi çekenlerin derdine derman olacak bir çözüm geliştirdi. İlk bakışta pencere gibi görünen sistem, düğmesine bastığınızda dışa doğru açılarak minik bir balkona dönüşüyor. Bu sayede en küçük apartman dairesinin bile bir balkonu, havadar bir yeri olabiliyor. Bloomframe adıyla tescil edilen sistem satışa sunuldu.

İlginç, pratik, eğlenceli ve modern...

3 Mart 2007 Cumartesi

Tam da kürkten bahsediyorduk...





Geçtiğimiz günlerde Paris Moda Haftası'nda 2007-2008 Sonbahar-Kış Koleksiyonları tanıtılırken, PETA örgütü üyeleri iki ünlü modacının defilesini deyim yerindeyse bastı ve gösteri yaptı.

Hayvan hakları örgütü PETA üyeleri, dünyanın çeşitli ülkelerinde çeşitli etkinlikler düzenleyerek seslerini duyurmaya çalışıyor. Çoğu zaman hayvanlara kötü muameleyle mücadele ediyor, nesli tükenen hayvanların durumuna dikkat çekmeye çalışıyorlar. Fakat tüm yaptıkları arasında en çok "kürk giyeceğime çıplak gezerim" sloganı ile yaptıkları etkinlikler dikkat çekiyor. Önceleri ünlülerin estetik çıplak pozlar vererek edindikleri gelirleri kullanıyorlardı. Zamanla üyeler çıplak gösteri yapmaya da başladı.

Son iki-üç yıldır kürk modası malumunuz, zirvede. Geçen yıl yine PETA örgütü üyeleri, ünlü moda dergisi Vogue'un Amerikan edisyonuna, parayla bir sayfalık kürk karşıtı ilan vermek istedi. Ancak reklam talepleri geri çevrildi, çünkü aynı derginin içi sayfa sayfa kürk giysili kadınlarla doluydu. Bu reddedilişin ardından New York'taki Conde Nast (dergini sahibi olan büyük yayınevi) binasının önünde yüzlerine editörü Anna Wintour'un maskesini takmış göstericiler "Şeytan Kürk Giyer" yazılı pankartlarla gösteri yapmışlardı. Elbette bu gösteri, geçen yıl vizyona giren ve aynı adı taşıyan bestseller Şeytan Marka Giyer filminin üstüne gelince, hayli anlamlı olmuştu, çünkü kitapta ve filmde anlatılan Miranda Priestley karakteri (ki bu rolle Meryl Streep Oscar'a aday oldu bu yıl), Anna Wintour'dan başkası değildi.

Bu yıl ise koleksiyonlarında kürke bolca yer veren Christian Lacroix ve Valentino defilelerinde eylem yaptı PETA üyeleri. Lacroix defilesinde sloganlı pankartıyla podyuma çıkmayı başaran eylemci (resimde) apar topar podyumdan indirildi. Valentino defilesinde ise güvenlik görevlileri daha atik davranmıştı. Eylemci izleyicilerin arasında farkedildi ve müdahale edilip salondan çıkarıldı.

Defile sonrasında Lacroix, kameralara "kürk karşıtı eylem yapıyorlar, onları anlıyorum ama ne yazık ki ben onlar gibi düşünmüyorum" dedi. Kürk konusu modacıları ikiye bölmüş durumda. Stella Mc Cartney ya da Miuccia Prada gibi tasarımcılar kürk karşıtı bir tavır sergilerken, Jean Paul Gaultier "kürkün yerini tutabilecek başka hiçbir şey olmadığını, çok çok özel bir malzeme olduğunu" söylüyor.

Kendi adıma bir önceki yazımda tam da kürk karşıtı olmadığımdan bahsediyordum. Bence de kürk, yapay olarak üretildiğinde orijinali kadar başarılı olamayan bir malzeme. Öte taraftan, işin etik yanından bakılınca, bana göre insan olduğumuz için değil ama, tabiatın bir parçası olduğumuz için, başka hayvanları ihtiyaçlarımız için öldürme hakkına sahip olduğumuzu düşünüyorum. Eğer eti için bir hayvan öldürmek olağan karşılanabiliyorsa, kürkü için öldürülmesini niçin tartışıyoruz ki? Vejetaryenler et için de hayvan öldürülmemesi gerektiğini düşünüyor. Evet, insanoğlu et yemeden ve bunun için hayvan öldürmeden de yaşayabilir, fakat et kadar değerli ve kaliteli protein başka hiçbir bitkiden sağlanamıyor. Aynı şey deri için de geçerli, kürk için de geçerli... Burada bana göre tartışılacak şey, hayvansal ürünlerin gerekip gerekmediği değil (fayda varsa ihtiyaç kendiliğinden doğuyor); ne kadar hayvansal ürün tükettiğimiz ve bunun için doğaya ne denli zarar verdiğimiz, haddimizi ne denli aştığımız... Her gün milyonlarca, milyarlarca kişi et tüketirken, uygun kiloya geldiğinde kesilmek (öldürülmek) için doğurulup büyütülen hayvanların hakları yok da, dağda avlanıp kürklerinde elbise yapılan hayvanların mı sadece hakları var? Hadi canım! PETA'yı ve eylemlerini gayrı ciddi yapan, makaraya alınmalarını sağlayan işte bu nokta bence... Buraya tıklayarak South Park'ın PETA politikalarını feci biçimde makaraya aldığı bölümü izleyebilirsiniz.

Kürk de elmas gibi, doğada her seyin mükemmel olduğunu bize anımsatan çok çok özel bir malzeme. Ağaçtan elma toplar gibi ya da inekten süt sağar gibi kolayca elde edilmiyor. Bedeli ağır, güzelliği göz kamaştırıcı. Bu nedenle çok az kişi gerçek kürke veya elmasa sahip olabiliyor.

Hayatımda hiç kürk giysim olmadı, muhtemelen bu yazıyı okuyanların çoğunun da olmamıştır. Muhtemelen bir-iki sene içinde kürkün de modası geçer. Ama yarın, öbür gün ve daha öbür gün et yemeye devam edeceğiz... Birileri de biz sabahları kahvaltıda sucuklu yumurta yiyebilelim diye tel kafeste tavuk beslemeye ve bir yaşına gelince danaları kesmeye devam edecek...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails