2 Ocak 2010 Cumartesi

Hayat bir zamanlar "tatlı" imiş: Cheri ya da Aşkım



Bu hafta gösterime giren Cheri (Aşkım) filmini Filmekimi 09'da izlemiştim. Film, buruk bir aşk hikayesini anlatıyor. Bu nedenle uzun uzun yazacak bir izlenimim yok. Filmi izleyen herkesin zihninde yer edeceğine inandığım başka bir özelliğinden bahsetmek istiyorum: Film 20. yüzyılın başında Paris'te geçiyor. Tam da Belle Epoque (Güzellik Çağı) denilen zamanda. Bu döneme neden bu ismin verildiğini filmi izlediğinizde daha iyi anlayacaksınız. Filmin girişinde mizahla karışık bir anlatım var, Belle Epoque hakkında, bu yüzden filmin başını ve jeneriğini dikkatle izlemenizi tavsiye ederim.

Efendim, bizim sanat tarihi derslerinde Art Nouveau (ar nuvo diye okunuyor, Yeni Sanat demek) diye okuduğumuz dönem, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında yaşanıyor. Bu dönem benim modern sanattan önceki dönemler arasında en sevdiğim. Çok kısa sürmüş fakat muhteşemmiş. 19. yüzyılda hızla endüstrileşen (tabii bir yandan da zenginleşen) Avrupa ve Amerika'da ortaya çıkmış. Temelinde eşyaların endüstriyel üretimle değil, el emeği ve ustalıkla ruh kazanabileceği ve ancak bu ruhu taşırlarsa "estetik" sayılabileceği düşüncesi var. Çok romantik bir düşünce... Aynı dönemde betonun ve demirin inşaatlarda kullanılmaya başlaması nedeniyle mimarlara da ilham vermiş ve bu döneme ait en güzel sanat eserleri mimari ve dekoratif sanatlar alanında ortaya çıkmış. Art Nouveau ayrıca o dönemlerde yeni yeni sanat sayılmaya başlayan grafik alanında da çabucak benimsenmiş. Mucha'nın (Çektir kendisi, Prag'da adına bir müze var)  grafik çalışmaları Art Nouveau denilince ilk akla gelen eserler. Cheri filmi tam da bu bu dönemde geçtiğinden, yazımın başlığında buna dikkat çekmek istedim.

Yukarıdaki slide show'da sizlere göstermeye çalıştığım üzere, film Michelle Pfieffer'ın güzelliği, harika kostümler, dekorlar ve görüntüler eşliğinde geçiyor.  Bir buçuk saat ağzımız açık "vay be" diye diye izliyoruz. Yönetmen Stephen Frears, "politikayı molitikayı boşver ya... Bu sefer de mesaj kaygısı olmadan kafamı boşaltacak bir film çekeyim ayol" demiş ve bu filmi çekmiş. Filmin konusu kısaca şöyle: Paris'te uluslararası ticaretin, para kazanmanın ve harcamanın zirveye ulaştığı bu dönemde, işadamları arasında metres tutmak çok yaygınmış. Hal böyle olunca da, hayatını birilerinin metresi olarak geçiren bir grup kadın da varmış. Michelle Pfeiffer (filmedi adı Lea) da bunlardan biri. Hastalıkları ve kiloları nedeniyle artık emekli olmuş (?!) eski meslektaşı Kathy Bates (Madame Peloux) ise hayırsız evladının derdine düşmüş durumda. Oğlu büyümüş ama içki, kumar, kadınlara para yedirme... Kısacası sefahat alemlerinde. Madame Peloux istiyor ki oğlu evlensin (iş sahibi olmasına gerek yok), toplumda makam mevki sahibi olsun. Kendisi gibi olmasın (?!). Evlenmeden önce kadınlarla "seviyeli bir ilişki" nasıl kurulur, öğrensin diye meslektaşı Lea'dan yardım istiyor. Filmde Lea oğlana sürekli Cheri diye hitap ettiğinden, oğlanın adı neydi hatırlayamıyorum şimdi. Neyse, o aralar Lea da son sevgilisinden ayrılmış olduğundan, "boş durmaktansa şu gence birşeyler öğreteyim" diye kolları sıvıyor. Bir yıl, üç yıl, beş yıl... Lea görevini de oğlanı da çok seviyor. Bu vaziyette tam altı yıl geçiyor ve oğlan 25 yaşına geliyor. Oğlanın annesi diyor ki "tamamdır, oğlan epey yola geldi, başını bağlayalım artık". Bir meslektaşının içine kapanık kızını gelin olarak seçiyor, oğlanı başgöz ediyor. Lea oğlanı özlüyor, oğlan Lea'dan kopamıyor. Yeni gelin mutsuz, oğlan mutsuz, Lea mutsuz, herkes mutsuz...

Filmde izleyiciye "vay be" dedirten ise, filmin o dönemin "tatlı hayat"ını gayet güzel yansıtması. O nasıl bir dönemdir ki, ticaret yapan herkes bol bol paralar kazanıyor. Kazanılan para ev geçindirmeye de yetiyor, sefahat alemine de, malikane almaya da, metrese mücevher almaya da... O nasıl bir dönemdir ki, bir metres bir sevgiliden bir ev, bir araba, bir uşak, bir hizmetçi, bir şoför, bir sürü giysi, bir sürü mücevher vs. vs.ye yetecek kadarr para tırtıklasın. Ve bütün bunlar adamı iflas ettirmesin... O dönem nasıl bir dönemdir ki bir kadın çalışmazken (?!) bile, biriktirdikleriyle 6-7 sene geçinsin, hiç sıkıntı çekmesin. Operalara gidilsin, yeni elbiseler alınsın... Hele hele filmde bir bölüm vardı, Lea kafasını dinlemek için deniz kenarında çok çok şık bir otele gidiyor (şimdiki 5 yıldızlı otel ayarında), 3-4 ay orada kalıyor. Maksat kafa dinlemek... Filmde benim hiç unutamayacağım bir nokta da Madame Peloux'nun malikane gibi bir evde yaşaması. O muhteşem evin kış bahçesinde konuğuyla likör içme sahnesi var, mamma mia! Mutlaka görmelisiniz. Film böylesi zengin detaylarla dolu. İzlerken gerçekten "vay be, hayat o zamanlar gerçekten tatlıymış" diyorsunuz. Tadı damağınızda kalıyor...

Filmin fragmanını izlemek için buraya tıklayın.

NOT: Türkiye'de çok az sayıda Art Nouveau örneği mimari yapı var. Bunlardan bir tanesi İstiklal Caddesi'ndeki Botter Apartmanı. Bina sorunlu bir miras meselesi yüzünden yıllarca boş ve bakımsız kalmış. Şu anda  kültür varlığı olarak ele alınıp restore edilmesi için çalışmalar yapılıyor. Bir diğer örnek ise eski Markiz Pastanesi. Markiz Pastanesi'nin meşhur fayans Art Nouveau duvar panoları duruyor (bu panoların herbirinde yılın bir mevsimini yansıtan kadınlı birer kompozisyon vardır). Fakat pastanenin yerinde şu anda berbat bir restoran var, içerisi sürekli kızartma kokuyor, girmek isteyeceğinizi pek sanmam...

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails