29 Aralık 2006 Cuma

On yaşında bir çocuk: Arthur





Arthur ve Minimoylar, çok renkli ve eğlenceli bir animasyon filmi olmanın ötesinde, bir önceki yazımda anlattığım “masallar ve çizgi filmler yetişkinler içindir” konusunun altını bir kez daha çiziyor.


Arthur ve Minimoylar gösterime girdi. Yılbaşı ve bayram tatili boyunca da gösterilmeye devam edecek. Bayramda evde canı sıkılan çocuğunuzu sinemaya götürmek isterseniz, “hah, Arthur tam çocuklara göre” deyip bilet almadan önce bilmenizde yarar var: Arthur ve Minimoylar, Alice Harikalar Ülkesinde’ded biraz farklı bir film.

Büyükannesiyle birlikte yaşayan Arthur, kayıp büyükbabasından kalan resim defteri ve eşyalarla vakit geçirmeyi çok sevmektedir. Büyükannesinden maceraperest büyükbabasının Afrika anılarını dinlemek Arthur’un en büyük eğlencesidir. Fakat büyükbabasının yokluğunda borçları ödenemediği için oturdukları eve haciz gelir. Arthur, bir an önce büyükbabasının bahsettiği Minimoylar’ı ve yakutları bulmaya karar verir.

Bu şekilde filmin konusunu okuyunca son derece çocuksu bir macera filmi gibi görünüyor. Fakat filmde (kitapta var mı yok mu bilmiyorum, okuyunca güncelleyeceğim) bence cok önemli bir nokta var: Arthur sadece on yaşında ve gittiği Minimoylar ülkesinin prensesi Selenia’ya aşık oluyor. Ve ne yazık ki bu aşk Peter Pan ile Wendy’ninki gibi çok iyi arkadaş olma, birbirine hayran olma türünden bir sevgi gösterisiyle anlatılmıyor. Filmde Prenses Selenia ile Arthur öpüşüyor, Selenia Arthur’u kendine eş olarak seçtiğini söylüyor, Arthur dünyaya döndüğünde prensese kavuşmak için gün sayıyor. Çocuksu değil, gayet yetişkinvari bir aşk yani…

Kendi adıma böyle bir sahneden hiç rahatsız olmadım, zaten “masallar ve çizgi filmler yetişkinler içindir”. Bu da bir masal için gayet mutlu bir son. Fakat gerçekte o yaştaki bir erkek çocuğun kızlarla bu tür aşk-flört ilişkileri içinde olmadığını, hatta kızlardan nefret ettiği bir dönemde olduğunu düşünecek olursak; filmin burası bana biraz Luc Besson’un fantezisiymiş gibi geliyor.

Prenses Selenia filmde göğüsleri, kalçaları gayet yuvarlak, sesi iç gıcıklayıcı, kızıl saçlı, son derece seksi bir genç kadın olarak tasvir ediliyor (Fifth Element’taki Milla Jovovich de böyleydi). Saçlarıyla sivri kulaklarını saymasak, neredeyse Lara Croft gibi diyeceğiz. Film boyunca atlıyor, zıplıyor, kılıç kullanıyor… Ama öyle bir salına salına yürüyüşü var ki… Hani Xena (Zeyna) bile yanında aseksüel kalıyor… Sekiz yaşındaki kızınızın filmi izlerken kendini bu kahramanla özdeşleştirmesinde bir sakınca görmüyorsanız, filmi izlemesinde de hiçbir sakınca yok derim ben. Ha, unutmadan… Filmde gece kulübü işleten rasta karakter için “bu adam ne içiyor?” falan gibi sorular için çocuğunuzun yaşına uygun cevaplarınızı da önceden hazırlayın. Ne olur ne olmaz…

NOT: Filmi çok beğendim, tam bir görsel şölen. Trailer'ını izlemek için buraya tıklayın

28 Aralık 2006 Perşembe

Yoksa Sünger Bob...






Çizgi filmler çocuklar için yapılmıyor diyorlar ya hani... Sünger Bob'u neden çocukların sevmediğini (ama benim bayıldığımı) internette alakasız bir şey ararken keşfettim...




Sünger Bob'u çok seviyorum. Hani çok naif ve kandırılması kolay ya... Hani çok çalışkan ve çok beceriksiz ya... Hani bir türlü araba kullanmayı öğrenemiyor ya ve hain Squidward'tan hiç nefret etmiyor ya... İşte benim kahramanım! Sünger Bob, çocukluğumuzdan beri izlediğimiz bütün o yetişkin filmlerinden sonra, en çocuksu film bence.


İyi, kötü ve çirkin

Benim neslim televizyonda çizgi filmleri siyah-beyaz izleyerek büyüdü. Dahası, yıllar boyu Şeker Kız Candy adında entrikalar, platonik aşklar, zengin oğlan-fakir kız klisesi ve daha pek çok yetişkinlere özgü motiflerle bezeli bir soap opera'yı çocuk filmi diye izledik. Daha yedi yaşındaydım, kimsesiz kız Candy'nin yanında barındığı ailenin kızı Lisa ve oğlu Neil tarafından nasıl tartaklanıp aşağılandığını film diye izliyordum, hepimiz izliyorduk... Gerçi benim neslimde Kemalettin Tuğcu romanları okumadan büyümüş çocuk parmakla gösterilir. Onlar bu filmlerden geri mi kalıyordu? Beslemeler, üvey analar-babalar, fakir ama gururlu çocuklar, alkolikler, dayak yiyenler... Maşallah, dünyanın şiddet dolu bir yer olduğu okumayı öğrendiği günden itibaren hem yazılı hem görsel olarak çocukların zihinlerine kazınıyordu.

Biraz biraz büyüdüğümüzde çizgi filmlerimiz, kahramanlarımız az biraz renklendi. He-Man diye bir kas yığını ışın kılıcıyla binbir türlü öcüye ve musibete karşı gezegenini koruyordu. Onun bir de She-Ra diye dişi versiyonu da mı vardı neydi... He-Man de She-Ra da hiçbir zaman benim idollerim olmadı. Ama ortada çocukların dünya algısı bakımından son derece sade ve tutarlı bir hikaye vardı. İyiler vardı, kötüler vardı. Kötülük karşısında çaresiz kalan iyileri korumak da süper kahramanların işiydi. John Wayne filmleri çocuk filmi olmasa da az-çok bu tema üzerine kurulu olduğundan Pazar sabahları saat 10.00'da ekran başındaydık. Bize dünya böyle öğretildi, böyle büyüdük biz...

Çocukluğumuzda Winnie The Pooh ya da Sünger Bob gibi neredeyse hiç şiddet içermeyen yapımlar yoktu, diğerlerini izledik diye psikopat yetişmedik elbette. Benim ayrıca çizgi romana da bir zaafım vardı. İçinde tefrika tefrika Red Kid'ler, Cimcime'ler var diye Milliyet Çocuk dergisi de alırdım. Zagor, Mister No, Kızıl Maske ve hatta Kara Murat bile okuduğum olurdu. Iyi ile kötünün bu kadar siyah-beyaz ayrımı zaten ancak hayal dünyasında olabirdi. Mutlak iyilik ya da mutlak kötülük diye bir şey gerçek değildi.


Animasyon çocuklar için değildir

Eğitimciler çocukların fazlaca şiddet içeren çizgi filmler izledikleri için şiddete meyilli olduğunu söylemeden önce miydi, sonra mıydı bilmiyorum; Susam Sokağı gibi, Teletubbies gibi olumlu mesajlar veren, didaktik ve sıfır aksiyonlu programlar yapılmaya başlandı çocuklar için.

Çizgi filmlerin ve animasyonların çocuklar için hazırlandığını ve tamamen çocuk yapımı kategorisinde yer aldığını düşünenler varsa, Walt Disney'den bu yana animasyonun, öncelikle çocuklar düşünülerek yapılmadığını hatırlatmak isterim. Olsa olsa büyümeyen çocuklar tarafından yaratıldığı söylenebilir. Nitekim Tim Burton ve Luc Besson gibi adamlar masalların, animasyonların büyükler için yapıldığının altını çiziyorlar. Bu yüzden çocuk psikolojisini animasyonların ne yönde etkilediğini tartışmak yerine hangi animasyonun kaç yaş grubundaki çocuklara tavsiye edileceğini araştırmak daha doğru olur. Bugün artık çocuk klasikleri sayılan David Copperfield, Oliver Twist, Denizler Altında 20.000 Fersah veya Robinson Crusoe asla çocuk kitabı olarak yazılmamıştı. (Zaten ıssız bir adada hayatını kurtardığı yerliyi köle olarak kullanan bir beyaz adamın öyküsünden çocuk gelişimine olumlu katkıda bulunacak ne gibi bir sonuç çıkarmamız gerektiğini bilmiyorum doğrusu.)

Büyükler masalları, olağanüstü kişiliklerin olağanüstü maceralarını dinlemeyi (okumayı ya da izlemeyi de diyebiliriz) sever. Macerada aksiyon, aşk, iyi adam-kötü adam, para falan da varsa, oh, tadından yenmez. (Bütün bunlar hayal dünyasına ait olunca masal, gercek dünyaya ait olunca dedikodu deniyor adına...) Koca Hollywood endüstrisi ve bütün dünyadaki magazin basını bu zevk üzerine kurulmuştur.


Sadede gelecek olursak

Sadede gelecek olursak... Bu yılbaşı 10 yaşındaki erkek yeğenime yılbaşı hediyesi olarak ne alayım diye düşünüyordum. Can Yayınları Arthur ve Minimoylar'ın maceralarından harika bir dörtlü seri hazırlamış. Onu alacaktım. Geçen yılbaşında da Tenten albümü almıştım. İnternet çağında okumayı sevmeyen bir çocuğa bu yolla okuma sevgisi aşılayabileceğimizi düşünüyorum çünkü. Ancak Tenten serisinden 12 ayda sadece bir kitap okuyabildi oğlumuz. Arthur'un resimsiz maceralarından bir tek sayfa okumayacağına bahse girebilirim. Üstelik Arthur'un filmini henüz görmedi. Tanımadığı bir kahramanın maceralarını merak eder mi ki?

Yeğenimlen bir keresinde Sünger Bob hakkında konuşmuştuk. Onu seviyordu ama pek sevmiyordu. Yarısı kedi yarısı köpek olan bir yaratık var, onu daha çok seviyormuş... Benim gözümde naifliği, neşeli oluşu ve iyi kalpliliğiyle bir kahraman olan Sünger Bob, nasıl olur da hain bir kedi ve onunla mücadele eden aptal bir köpeğin maceralarına tercih edilmezdi? Bu noktada başa dönüyoruz ve iyi ile kötünün savaşının her zaman popüler bir malzeme olduğunu hatırlıyoruz. İçinde bol bol kedi köpek kavgası, ağız dalaşı ve aksiyon olan bir animasyon elbette çocuklara daha çekici gelecekti. Sünger Bob'a gelince... Internette Sünger Bob hakkındaki yorumları okurken gecen sene Amerika'da okullarda dağıtılan bir video yüzünden tutucu çevrelerin ayaklandığını okudum. Sünger Bob gay'miş ya da gay'liğe övgüde bulunuyormuş... Ha ha ha...


Sünger münger, biz onu seviyoruz...

İşte bu, neden benim Sünger Bob'u sevdiğimi, kahraman olarak gördüğümü ama 10 yaşında bir erkek çocuğunun idolü olamadığını açıklıyor. Yaratıcıları Sünger Bob'u elbette gay bir karakter olarak düşünmemiş olabilirler. Fakat Sünger Bob, gerçek olamayacak kadar iyi niyetli. Oysa paragöz patronu Bay Yengeç'ten ukala iş arkadaşı Squidward'a kadar herkes son derece gerçek kişilikler.
Sünger Bob'un hiçbir olağanüstü yeteneği yok.
Kız arkadaşı, platonik aşkı ya da ideal kadın imajı da yok.
Hep şisko ve aptal arkadaşı Patrick ile dolaşıyor, evdeki salyangoz-kedisini saymazsak yalnız yaşıyor. Tutucu Amerikalılar için bu tür bir hayat tarzına sahip olmak; aile düzeni, para hırsı ya da belli bir kariyeri olmamak "ya deli ya gay" sayılmak için yeterli neden olabilir. Bana ise Sünger Bob'un su altında yaşamayan versiyonu kim olabilir diye düşündüğumde New York Hikayeleri filminde annesi yüzünden bir türlü hayatının iplerini eline alamayan Woody Allen'ın annesiz halini hatırlatıyor. Bir çeşit looser'lık durumu yani... Ama gelin görün ki, kadınlar süper kahramanlar kadar, asla maço olmayan, mülayım, evcimen, neşeli erkekleri de severler.
Varsın yakışıklı olmasın, varsın parasız olsun...
Gerçek olmayan bir dünyadaki ütopik bir erkek tipi o.
Zaten animasyonlar da çocuklar için yapılmıyor ki...

27 Aralık 2006 Çarşamba

Seni hiç sevmemiştik sütoğlan!*




Sinemanın en çok filme konu olan kahramanı James Bond, 21. Filmi Casino Royale’de sarışın aktör Daniel Craig tarafından canlandırılıyor. Yapımcıların bu tercihi büyük tepki topladı, film gösterime girene kadar, herkes bunun çok yanlış bir seçim olduğunu düşünüyordu…


Sarışının adı var!

Sinema dünyası 21. James Bond filmi için geleneğe aykırı geldi ve sarışın birini seçti. Başlangıçta sarışın bir aktörün bu role seçilmesi çok fazla tepki gördü. Öyle ya, James Bond gözünü budaktan esirgemez, kadınların kalbini kolayca fethedebilen, güçlü kuvvetli, boylu boslu yağız biriydi. Yapımcıların yeni Bond olarak seçtikleri Daniel Craig ise sarışındı ve yakışıklı sayılmazdı. Pek uzun boylu da sayılamazdı (boyu 180 cm.). Üstelik 40'lı yaşlarındaki Bond imajı için yaşı da küçüktü. Çok yazıldı çizildi, medya Daniel Craig'i eleştiri yağmuruna tuttu. Fakat yapımcıların bir bildiği vardı ve seçimleri çok isabetliydi. Öyle ki, aralarında Ralph Fiennes'ten Hugh Jackman'a, Eric Bana ve hatta Colin Farrel'a kadar uzanan bir listeden seçim yaptılar. Kişisel tercihimi merak edenler için söylüyorum, oyum Clive Owen'aydı. Yedek adaylarım da Julian McMahon ile Goran Visnjic; ille de sarışın olacaksa Ewan Mc Gregor idi... Tabii benim seçimim, izleyici olarak ekranda görmek istediğim Bond yüzüydü. Clive Owen'ı Guy Richie'nin BMW'nin tanıtımı için çektiği kısa filmlerinde fırsat bulup izleyenler bana hak verecektir; aksiyonsa aksiyon, karizmaysa karizma… Allah için, dört dörtlük bir Bond adayıydı.

Bond karakterinin yaratıcısı Ian Fleming’in 1956’da yayınlanan ilk kitabı Casino Royale’i çekmeye hazırlanan yapımcıların ise zihninde bambaşka bir Bond imajı vardı. Bu seferki Bond, ajanlık hayatının ilk yıllarındaki Bond’du ve bu nedenle de 40’lı yaşlarından çok daha genç olmalıydı (isabet, Daniel Craig bu imaja uygundu). Bond filmi çekmek, aksiyon filmi olduğu için masraflı bir işti. Üstelik, Bond karakterinin 21. defasında bile izleyiciye çekici gelmesi gerekiyordu. Sinemada son yıllarda en çok gişe yapan seri filmler, görsel açıdan zengin, olağanüstü aksiyon sahneleri olan, romantizm çeşnisiyle tatlandırılmış yapımlardı. Matrix, Mission Impossible, Superman ya da Örümcek Adam gibi… Hollywood artık sıradan kavga sahnelerini kimsenin yutmayacağını biliyordu, dolayısıyla yeni James Bond rakibini iki yumrukta yere serip, ceketini ilikleyip kadrajdan çıkıp gidemezdi. Yeni Bond filminde bol bol aksiyon ve dövüş sahnesi olacaktı ve bu role seçilen aktörün de bar fedaisi kadar güçlü ve becerikli olması gerekiyordu. Yine tam isabet, Daniel Craig, geçmişteki salon erkeği Bond imajından çok, kiralık katil gibi görünüyordu. Evet, oyun bu kez sert oynanacaktı. Gerçekten de filmdeki tüm aksiyon sahnelerinin altından bileğinin hakkıyla kalkan Daniel Craig, Van Damme ya da Terminatör filmlerinde görmeye alışık olduğumuz türden bir şiddet sergiliyor. Üstelik yedi takla atan Aston Martin’ler (ki bu sahneyle Guinnes Rekorlar kitabına girdi), patlamalar, çöken binalar, su altından sevgiliyi kurtarmalar, çok katlı inşaatın tepesinden atlamalar vb. sahneleriyle Mission Impossible’dan geri kalmıyor. E bütün bunları yapan bir salon erkeği olamaz tabii. O bakımdan Daniel Craig kaslı vücudu ve sert bakışları ile daha filmin afişinden bizi uyarıyor: “Kemerlerinizi bağlayın ve sıkı tutunun!”

Öyle bir kahraman ki…


Bugüne kadar James Bond rollerini sırasıyla
Sean Connery (1962-1967 ve 1971)
George Lazenby (1969)
Roger Moore (1973-1985)
Timothy Dalton (1987 – 1989)
Pierce Brosnan (1995 – 2002)
Daniel Craig (2006) canlandırdı.

James Bond karakteri hem almanlar hem de İngilizler için çalışan bir Sırp ajanı olan Dusan Popov’dan esinlenilerek yaratılmıştı. Popov, çapkınlığıyla da tanınan son derece becerikli bir ajandı. Bazı kişiler Ian Fleming’in Bond karakterinde kendini yumuşatarak işlediğini öne sürüyor. Çünkü İngiliz sosyetesine mensup olan Fleming’in de kadınlarla arası çok iyiydi. Üstelik Bond’un damak tadı ve giyim-kuşam zevki de Fleming ile çok büyük benzerlikler taşıyor.


Pierce Brosnan’ın yerine yeni bir Bond seçileceği duyurulunca, dünyanın dört bir yanında sinemaseverler kendi adaylarını açıkladı ve internette çeşitli oylamalar yapıldı. Yakışıklı İngiliz beyefendisi Bond için adı geçenler arasında şarkıcı Robbie Williams bile vardı. Bazı sinemaseverler ise George Clooney veya Mel Gibson’un Bond seçilmesini istiyordu.

Daniel Craig yeni Bond olarak seçilince, bazı Bond fanatikleri bu durumu protesto etti. Bazıları daha da ileri gidip internette aleyhte bir kampanya başlattılar ve www.craignobond.com gibi siteler kurdular.


Ne yaparsın, ekmek kapısı...

Bond filmleri sinema tarihinin franchise işletmeciliğinden en çok gelir getiren ikinci serisidir (birincisi Star Wars serisi). 21 resmi, 2 gayrıresmi, 1 tv dizisi ve animasyonları yapıldı.

Ian Fleming’in 1964’teki ölümünden sonra Kingsley Amis, John Pearson, John Gardner, Raymond Benson ve Charlie Higson da Bond romanları yazdı. Bond serisi romanlarının defalarca yeni baskısı yapıldı, farklı dillere çevrildi.

Bond filmlerinin meşhur teması 1962’deki Dr. No filmi için Monty Norman tarafından yazıldı ve John Berry tarafından orkestrasyonu yapıldı. Fakat daha sonra müziğin kime ait olduğu hep tartışıldı, çünkü Berry’nin müziğin nihai halini almasında fazlaca katkısı bulunmuştu. Berry daha sonra diğer Bond filmlerine de müzik hazırladı.

Bond filmlerinde o dönemin popüler şarkıcılarından birinin bir şarkısı mutlaka çalınır. Bugüne kadar Tina Turner, Paul McCartney , Tom Jones, Carly Simon, Madonna, Duran Duran ve Shirley Bassey’nin şarkıları Bond filmlerinde kullanıldı. Son Bond filmi Casino Royale’in şarkısı You Know My Name ise Chris Cornell tarafından seslendirildi.

Sean Connery’nin canlandırdığı Bond karakteri yönetmen George Lucas’a Indiana Jones karakterini yaratmak için ilham verdi. Connery daha sonra da Indiana Jones serilerinden birinde Jones’un babasını canlandırdı.

Conde Nast Traveler dergisi James Bond filmlerini en iyi turist rehberlerinden daha fazla yol gösterici olarak nitelendirdi. Gerçekten de bir Bond filmi, tropik adalardan şık gece kulüplerine, ıssız plajlardan egzotik mahallelere uzanan çok sayıda renkli mekan kullanılarak çekilir.

James Bond filmlerinde kullanılan silahlar 5 Aralık 2006’da Londra’da Christie’s Müzayede Evi’nin gerçekleştireceği bir açık arttırma ile satışa sunulacak. Açık arttırmaya büyük ilgi bekleniyor.

Parayı veren, düdüğü çalar...

Casino Royale filminde James Bond’un Ford marka otomobil kullanması için yapımcılara 14 milyon dolar teklif edildi. Tabii bu cazip teklif kabul edildi ve filmini bir sahnesinde Daniel Craig Ford Mondeo otomobil kullanırken görüldü.

Casino Royale’de James Bond ve Vesper Lynd, birbirlerine hem hayrandır hem de birbirini yermekten geri durmaz. Filmde Lynd Bond’a “Saatin güzelmiş, Rolex mi?” der, Bond da “Hayır, Omega” diye cevap verir. Bu diyalog için Omega’nın yapımcılara kaç para ödediğini öğrenemedim ne yazık ki...


Uçağımı vereyim, beni de oynatın...

Casino Royale’in 1956’da yayınlanan romanında uçak kaçırma sahnesi ve teröristler yoktu. Ancak günümüze uyarlanan filmde, Rus casuslar yerine 11 Eylül sonrası Batı dünyasının kabusu haline gelen uçaklara saldıran teröristlerin düşman olarak ele alınması çok daha inandırıcı olacağı düşünüldü. Filmde, Miami Havaalanı’nda sabote edilecek dünyanın en büyük ve en yeni yolcu uçağı olarak Virgin Atlantic Havayolları’na ait bir Airbus A340-600 kullanıldı. Bu uçağı film yapımcılarının hizmetine sunan Richard Branson ve oğlu, filmin bir sahnesinde oynuyor.

Kaçıranlar ya da "ben DVD'de izleyeceğim" diyenler için filmin trailer'ı burada

Yazarın Notu: Başarılı bir prodüksiyon olduğu ve yapımcıları tatmin ettiği kesin. Bu bakımdan Daniel Craig’in yeni Bond olarak uzun ömürlü olacağını söyleyebiliriz. Yine de kendi adıma James Bond’u smokinli bir salon erkeği olarak görmeyi tercih ederdim. Clive Owen’ı seçselerdi ne olurdu sanki?

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails