22 Aralık 2008 Pazartesi

Şehir insanları için para tuzakları


Bugün NTVMSNBC.com'da okuduğum bir haber, burada dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım ekonomik kriz gerçeğini, NTV'nin ekonomi hakkında pek bilgisi olmayanlar için hazirladığı özel programlarla anlattığını söylüyordu. Celal Pir'in fikri olduğunu tahmin ettiğim bu basit dille ekonomiyi halka izah etme programlarının büyük ilgi çekeceğini düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi Meliha Okur'un hazırladığı, orta sınıf bir ailenin fertleriyle ekonomiyi ve ev ekonomisini konuştuğu program. Henüz izleyemedim, ilk fırsatta izleyeceğim.

Daha önceki ekonomik kriz yazılarımda bahsettiğim, kriz zamanı parasız kalmayın, borçlu olmayın önerilerimi gerçekleştirebilmeniz için, bu sefer farkında olmadan takıldığımız para tuzaklarından bahsetmek istiyorum.

Tuzak 1: Süpermarket alışverişine dikkat!

Büyük şehirde süpermarketler ya alışveriş merkezlerine taşındı ya da kendi de bir alışveriş merkezi ölçeğinde, otoyol üzerindeki büyük arazilerde yer alıyor. Ortalama bir şehir insanı, haftalık olarak ya da ayda 2-3 defa bu alışveriş merkezlerine gidip mutfak alışverişi başta olmak üzere pek çok ihtiyacını gideriyor. Eğer bu durumdaysanız dikkat derim. Mahalle arasında, sabah-akşam yolunuzun üzerinde market var mı, diye araştırmaya başlayın. Çünkü indirim kartları ve promosyon ürünleri dışındaki pek çok üründe ta oralara gidip sepetler dolusu alışveriş yaparak çuvalla para dökmenize neden olacak fiyat farklarının olmadığını göreceksiniz. Bir kutu yumurtanın, bir paket unun, bir şişe zeytin yağının fiyatı hemen hemen her yerde aynı. Daha çok mahalle aralarında konumlanan Şok, Bim gibi marketlerde günlük ihtiyacınız olan yumurta, ekmek, yoğurt, tereyağ, domates, salatalık vb. şeyleri bulabilirsiniz. Kriz zamanında olduğumuzu hatırlayıp, Omega3'lü yumurta satın alma alışkanlığınızdan vazgeçebilirseniz, mahalle arası marketlerin de temel ihtiyaçlarınız için yeterli olacağını göreceksiniz. Bu, sizi süpermarkette "gelmişken şunu da alayım, bu da lazım olur" türünden düşüncelerle aslında hiç de ihtiyacımız olmadan aldığınız pek çok şeyden kurtaracaktır. İtiraf edin; evde daha yarım şişe çamaşır yumuşatıcısı varken "kampanya var" ya da "gelmişken şunu da alayım, lazım olur" diyerek yine çamaşır yumuşatıcısı aldığınız olmuyor mu hiç? Evde çamaşır yumuşatıcınız varsa, şu an için çamaşır yumuşatıcısına ihtiyacınız yok demektir. Aslında 2 hafta sonra ihtiyacınız olacak bir şey için şimdiden 8 TL ödemek ya da kredi kartınıza 8 TL borçlanmak çok mantıksız bir davranıştır. Ticaretten anlayan ya da ekonomi bilen birine yaptığınızın harika bir şey olduğunu anlatamazsınız. Süpermarketler, sanki kıtlıkta yaşıyormuşuz gibi, "bittiğinde ya gelemezsem" düşüncesiyle, o yumuşatıcıyı o an almanızı sağlarlar. 60 TL'lık alışveriş için (gerçek ihtiyacımız), çoluk çocuk Ümraniye, Kozyatağı, Bayrampaşa gibi yerlere gideriz; sepetimizde 150 TL'lık ürün vardır. Sadık bir müşteriysek, şansımız da varsa 10-12 TL indirim kazanabiliriz. 60 TL'lık alışverişte 10 TL indirim kazanmayız. Aslında hiç de acil ihtiyacımız olmayan, belki "hiç ihtiyacımız olmayan" şeyler için 90 TL daha harcadığımızda 10 TL indirim kazanırız. Bir sonraki alışverişinizde kasaya giderken, sepetinizde o an için ihtiyacınız olmayan kaç parça eşya olduğunu ve bunlar için peşinen kaç para ödediğinizi hesaplayın lütfen. Bu "gelmişken alayım" tuzağından kurtulmanın en kolay yolu, ihtiyacınız olan şeye her an erişebileceğinizi bilmektir. Mahallenizdeki markette de aşağı yukarı aynı fiyata yumuşatıcı satılıyor, lazım olunca alırsınız, kendinizi üzmeyin... Evinizin ihtiyacını bilmeyi, yarım şişe zeytinyağının kaç haftada tükeneceğini kestirebilmeyi ve gerçekten ihtiyacınız olmayan hiçbir şeyi alışveriş listenize dahil etmemeyi başarabilirseniz, süpermarkette sadece ihtiyacınız olan şeylere para ödersiniz.

14 Aralık 2008 Pazar

Eyvah! Misafir*



*2006 yılında Sabah gazatesinin haftalık kadın eki Feminen'de böyle bir sayfa hazırlamayı önermiştim. Dergi kapanana kadar birkaç sayı boyunca Eyvah! Misafir adında bir sayfamız vardı. Sayfada ünlü birine şu soruyu soruyorduk: "Çok sevdiğiniz bir arkadaşınız arasa ve yolda olduğunu, bir saate kadar size geleceğini söylese... Ne hazırlarsınız, ne ikram edersiniz?" Sayfayı ilginç yapan, herkesin mutfak ve konuk ağırlama yaklaşımının farklı olmasıydı. Kimi "bir çay demlerim, simit-peynir yeter" derken kimi de evinde her zaman güllü lokum bulundurduğunu ve kahveyle lokum ikram edebileceğini söylüyordu. "İki yumurta, bir bardak süt ve biraz unla, iki dakikada krep yaparım, ikram ederim" diyen pratik kişiler de oluyordu. Ünlünün evine gidip, kendi sunum şekliyle bu ikramı fotoğraflıyorduk. Eğlenceli bir sayfaydı.

Bu hafta bayram tatili dönüşü arkadaşlarımı eve davet edip, şarap-peynir partisi verdim. Hoş, kimse bayram tatiline gitmemiş, herkes İstanbul'daymış... Ne ikram etsem diye düşünürken aklıma Şemsa'nın Leziz Şeyler'i geldi. Pesto sosu ve zeytin tapenade aldım. Resimde gördüğünüz gibi minik kanepeler hazırladım. Hem beyaz, hem kırmızı şarapla gayet iyi gidiyor. Hazırlaması çok basit: Beyaz tost ekmeğini alın, 3-4 dilimi üst üste koyup, dört kenarından kabuklarını kesin. Dilimleri diyagonal olarak ortadan keserseniz resimdeki üçgen dilimleri elde edersiniz. Ben kanepelerimi kıtır seviyorum. Bu nedenle ekmeği fırında gevretiyorum. Fırını 160 derecede ısıtın. Fırın tepsisine dilimleri dizin ve üzeri altın sarısı olana kadar fırında tutun. Kabaca 10-15 dakika. Sonra soğutun. Misafirleriniz gelince (daha önce değil), kıtır dilimlerin üzerine pesto sosu sürün. Üzerine yarım cherry dometes, mozzarella, kaşar ya da uygun göreceğiniz başka bir çeşni koyup servis yapın. Zeytin tapenade için de aynısını yapabilirsiniz.

Resimde görülen beyaz şeyi ben icat ettim (!?). Rokfor peynirini tattığımda çok tuzlu olduğunu fark ettim. O kadar tuzluydu ki, tek başına yenemeyeceğini düşündüm. Bir parça rokforu çatalla ezdim ve iki-üç yemek kaşığı labne peynir ile karıştırdım. İçine biraz ceviz kırığı ekledim. Tadı hala çok güçlüydü. Biraz maydanoz kıydım, buzdolabında birkaç yaprak roka buldum, onu da kıyıp ekledim. Ekmeğe sürülebilecek hoş bir şey oldu. Bu karışımı daha fazla labne ya da krema ile daha cıvık yaparsanız dip olarak da ikram edebilirsiniz.

Sıcak ikram, marketten aldığım dondurulmuş soğan halkalarıydı. Soğan halkaları normalde fritözde pişiriliyor fakat ben evde kızartma kokusundan hiç hoşlanmadığım ve daha sağlıklı bulduğum için fırında pişiriyorum. Kızgın yağda şok pişirme işlemi yapıldığından, paketi açtığınızda halkalar zaten bir miktar yağlıdır. Tepsiye fırın kağıdı koyup, halkaları diziyorum. 200 derecedeki fırında pişiriyorum. Arada alt-üst etmek gerekiyor çünkü tepsiye değen yüzey çok daha çabuk pişiyor. Hiç yağ ya da tuz eklemiyorum. Yine çıtır çıtır oluyor ve elle yerken de elleriniz yağlanmıyor.

Saydığım her şey evde de hazırlanabilir. Soğan halkaları, pesto, tapenade... Vaktiniz varsa öyle, yoksa böyle yapabilirsiniz... Her şekilde misafirlerinizin çok memnun kalacağını garanti ederim.

Geçmiş bayramınızı kutlarım.

11 Aralık 2008 Perşembe

Nişantaşı Kantin artık iki katlı...



Nişantaşı'ndaki Kantin, alt katından taşınan oyuncakçının yerini de kiralayarak iki katta birden hizmet vermeye başladı. Şimdi Kantin'in Akkavak Sokak'tan girilebilen bir kapısı daha var. Fotoğrafta alt kattaki çok amaçlı mermer masayı görüyorsunuz. Bu katta Kantin'in mutfağı yer alacak ve sevgili Şemsa Denizsel'in Leziz Şeyler markasıyla satışa sunduğu nefis sosları alabileceğiz. Üst kat ise mutfağın taşınmasıyla genişlediği için daha ferah bir restoran olarak hizmete devam edecek.

Şemsa'ya not:
Link vermek için Kantin'in web sitesini aradım ama bulamadım Şemsacığım...

9 Aralık 2008 Salı

Ekonomik Krizden Korkanlar ve Korkmayanlar İçin Tatlı Hayat Rehberi - III

Kriz zamanı ne yapılır, ne yapılmaz?

Kriz dönemlerinde sabit gelirliler için yapılacaklar ve yapılmayacaklar listemizi açıklamaya devam ediyoruz.

1. Krizde işsiz kalmayın,
2. Krizde parasız kalmayın, borçlu olmayın,
3. Krizde desteksiz kalmayın,
4. Kontrolü ele alın,
5. Önceliklerinizi değiştirin (değiştiğini kabul edin)

olarak sıraladığım beş madde vardı. İlk bakışta "söylemesi kolay" deyip dudak bükebilirsiniz. Ancak kendinizi kriz karşısında elleri bağlı bir kurban olarak görmemek ve gerekli önlemleri alabilmek için bu beş maddeyi ciddiye almanızı öneririm.

1. Krizde işsiz kalmayın.

Elbette sabit gelirle bir işte çalışıyorsanız, daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi kriz az ya da çok sizin şirketinizi de etkileyecektir. Bu durumda krizde işsiz kalmamak elinizde değilmiş gibi görünebilir. Durun canım, o kadar da çaresiz değilsiniz. Öncelikle son üç-beş ay içinde şirketinizin durumu ne idi, ne oldu? Sizin için işsizlik tehdidi var mı, yok mu? Bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışın. Çalıştığınız pozisyon ya da şirketinizin yapısı bazi mali verilere erişmenize izin vermeyebilir. Bu durumda şirketinizde işlerin yolunda gidip gitmediğini şu gözlemlerle anlayabilirsiniz: Öncelikle şirketinizin bulunduğu sektör, ekonominin lokomotif sektörlerinden biri mi? Otomotiv ya da hızlı tüketim ürünleri sektöründe misiniz? Şirketinizin iş yapması yurt dışı ile bağlantılı mı? Döviz kurlarındaki dalgalanmalar işlerinizi etkiliyor mu? Hizmet üretiyor musunuz? Şirketinizin en büyük maliyet kaynağı nedir? (Hammadde mi, insan kaynağı mı, üretim giderleri mi?) Şirketinizin iş yaptığı başka şirketlere ödemelerinde gecikmeler oluyor mu? Yani şirketinizi arayıp ödeme için sıkıştıran alacaklılar var mı?

Bu sorulara vereceğiniz her "evet" cevabı, ne yazık ki sizin için işsizlik tehdidinin olasılığını yükseltir. Buradaki iki sorunun cevabı çok kritiktir: Eğer şirketiniz hizmet üretiyorsa ve en büyük maliyeti insan kaynağı oluşturuyorsa, maliyetleri kısmaya çalışmak eninde sonunda personel çıkarmakla sonuçlanacaktır. İkinci kritik konu da ödemelerinizde aksaklıkların olmasıdır. Bu durumda şirketiniz nakit konusunda sıkıntı çekiyor demektir ve her ay maaş ödenmesi gereken personel demek her ay ödenmesi gereken borç demektir. Şirketiniz zaten alacaklılarına ödeme yapamazken, size tıkır tıkır maaş ödeyebileceğini düşünmeyin. Hele hele krizin bir-iki ay değil de bir-iki yıl süreceği konuşulurken...

İşsiz kalma ihtimaliniz, şirketteki pozisyonunuzla da çok ilgilidir. Siz ya da yaptığınız iş, şirketinizin faaliyetlerinin devamlılığı için ne kadar gerekli? Siz olmasanız işler yürür mü? Örneğin sizinle aynı işi yapan üç kişi daha varsa,birinizin işten çıkarılması diğer üçünün iş yükünü biraz arttırır ama dünyanın sonu gelmez. Aynı şekilde sizin yaptığınız iş, dış kaynağa verilebilir mi (outsource edilebilir mi?)? Verilebiliyorsa, o şirket için çok da kritik bir iş yapmıyorsunuz demektir. İşsiz kalma ihtimalinizin olduğunu ciddi ciddi düşünün.

Diyelim ki işsiz kalma ihtimaliniz var. Bunu önlemek için ne yapabilirsiniz? Benim size verebileceğim tavsiye, göreviniz ya da pozisyonunuz ne olursa olsun, şirketinizin mali durumunu yukarıdaki sorular ışığında anlamaya çalışmak ve işlerin bundan sonra nasıl yürüyeceğine dair şirketinizin politikasını öğrenmektir. Bunu üstlerinizden ya da başka bölümlerde çalışan arkadaşlarınızdan öğrenmeye çalışın. Yeterli bilgi toplayamıyorsanız, yöneticinize açıkça sorun: "Şirketimizin içinde bulunduğu koşullarda benim ya da arkadaşlarımın işsiz kalma olasılığı var mı?" Yöneticiniz kulaktan kulağa felaket senaryoları yayılmasın diye bu konuda çok net bir yanıt vermeyebilir. Ne kadar belirsiz konuşursa, o kadar belirsizlik var demektir. Dikkat! Bir diğer tavsiyem, şirketinizde şu anda yaptığınız işin dışında üstlenebileceğiniz başka görevler olup olmadığını araştırmaktır. Örneğin satışta çalışıyorsanız ve işleriniz beş değil de üç satış görevlisiyle yürüyecek gibiyse, aranızdan iki kişinin işsiz kalma ihtimali vardır. Şirket içinde başka bir bölümde çalışabilir misiniz? Nitelikleriniz elveriyorsa bunu yöneticinizle konuşun ve satış dışında bir görev daha almaya çalışın. Bu durumda, aldığınız maaş şirket için daha küçük bir yük haline gelir. Üniversite öğrencisiyken bir mimarlık bürosunda çalışıyordum. Galiba 1994 idi ve yine ciddi bir kriz vardı. O aralar bu meselelere pek kafa yormadığımdan, bilmiyorum... Patronumuz ofise her gün temizlik ve çay yapmak için gelen kadını artık finanse edemeyeceğini söyledi, "kendi çayınızı yapmak ve mutfağı düzenli tutmaktan sorumlusunuz" dedi. Biz kendi aramızda bir nöbet çizelgesi oluşturduk ve her gün birimiz çay demlemeden, birimiz bulaşık ve çöpten sorumlu olduk. Cuma akşamları biz işten çıkarken, yövmiyeli biri gelip ofisi iyice silip süpürüyor, mutfağı ve banyoyu köşe bucak temizliyordu. Bunu krize çözüm diye örneklemem abartılı gelebilir. Fakat ofis içinde çöp boşaltmak ya da çay yapmak konusunda hiçkimse ekstra sorumluluk üstlenmeseydi, ofiste kaos çıkacak ve temizlik gideri patronumuz için kaçınılmaz bir gider haline gelecek, bu durumda da başka yerlerden maliyetleri kısmak zorunda kalacaktı (kimbilir hangimiz?)

Özetle işsiz kalabileceğiniz gerçeğiyle yüzleşin, ihtimal hesabı yapın, en son gözden çıkarılacak kişi olmak için elinizden geleni yapın.


2. Krizde parasız kalmayın, borçlu olmayın


Kriz döneminde işsiz kalma olasılığını bir gün olsun aklınızdan çıkarmayın ve olan bitene bir de bu olasılık ışığında bakın. Örneğin şu an geliriniz giderlerinizi karşılamaya yetiyor olabilir. Peki geride kaç paranız var? İleri dönük ne kadar borcunuz var? Önümüzdeki ay maaş alamazsanız kendinizi geçindirebilir misiniz? Bu şekilde kaç ay idare edebilirsiniz? Bu soruların cevapları pek parlak bir tablo ortaya koymuyorsa, dikkat! Zaten ucu ucuna geçiniyorsanız veya ileri dönük borcunuz varsa (kredi taksidi ya da kredi kartı borcu gibi) maaşınızı üç gün geç almak bile hayatınızı altüst etmeye yetebilir. Bu durumdan bir an önce kurtulmaya bakın. Daha önce hiç başınıza gelmemiş olabilir, bilmiyor olabilirsiniz. Hayatta hiç gelirinizin olmamasından daha beteri de vardır: Hiç geliriniz olmadığı halde her gün katlanarak artan bir borcunuzun olması.

Eğer şu aralar borçluysanız, tavsiyem, hala vakit varken kötünün iyisini seçin. Faizi katlanarak artan borç yerine, sabit faizli borcu ya da döviz borcunu tercih edin. Daha açıkçası bir seferde ödeyebileceğinizden fazla kredi kartı borcunuz varsa, tüketici kredisi vb. alarak sabit taksitlere bölmeye çalışın. Ailenizden ya da arkadaşlarınızdan ödünç para alın, borcunuzu kapatmaya gayret edin.

Borcunuz yoksa ama ay sonunu zor getiriyorsanız, 31'inde maaş alıp 1'inde kira ya da taksit ödüyorsanız bir gün, maaşınızın gününde yatmamasından çok olumsuz etkilenebilirsiniz. Kendinizi bu durumdan koruyacak kadar nakiti (hatta daha fazlasını) bir köşeye ayırmaya gayret edin. Gerekiyorsa yeni giysi almayın, tatilinizi erteleyin, sinemaya gitmeyin, eski ayakkabılarınızı giymeye devam edin... Fakat bütçenizi (ve kendinizi) asla bu kadar savunmasız durumda bırakmayın.

Kriz ortamında kendinizi pek de tehdit altında hissetmezken bunu yapmak (daha doğrusu böyle bir önlem almaya ihtiyaç duymak) zor olabilir. "Ne gerek var, benim için böyle bir tehdit yok" diyebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Fakat yine de ayağınızı yorganınıza göre uzatın. Zararını değil yararını görürsünüz. Beşinci maddede belirtilen "önceliklerinizin değiştiğini kabul edin" gerçeğini hiç aklınıdan çıkarmayın. Bugün, dünden farklı ve yarın için pek iyimser olamıyoruz. Bu durumda elinizi attığınız her şey için "gerçekten gerekli mi?" ya da "bunsuz da yapabilir miyim?" diye kendi kendinize sorun, başta giyim-kuşam olmak üzere gereksiz her tür masraftan kaçının. Emin olun, patronlarınız bunu her gün soruyorlar. Ve onlar böyle düşünürken siz bu kadar rahat olmamalısınız...

3. Krizde desteksiz kalmayın

Kriz zamanları, sizi maddi olarak değilse de psikolojik olarak yıpratacaktır. Buna hazırlıklı olun. Genelde işlerin ters gittiği bir iş yerinde huzursuzluk vardır ve herkes bundan payını alır. Huzursuz bir yönetici, huysuz bir iş arkadaşı, gergin bir patron... Böyle ortamlarda bazı çalışanlar psikolojik gerilime dayanamazlar ve kimbilir kime kızıp kendiliklerinden işten ayrılırlar. Kriz zamanı yapılacak en kötü şeylerden biri olmakla birlikte, yaptığınız şey yüzünden çevrenizin desteğini kaybetmek daha kötüdür. Bu nedenle böyle bir karar alırken sorumlu olduğunuz kişilerin (eşiniz, çocuklarınız, diğer aile bireyleri) sizi desteklediğinden emin olun. İşten ayrılmak vb. bir durum söz konusu olmasa bile, yaptığınız iş yakınlarınızın tasvip ettiği bir iş mi? Çevrenizden herhangi bir olumsuzlukta "ben sana demiştim..." diye başlayan nutuklar işitecek misiniz?

Sizi yıpratabilecek bu gibi manzaralara hazır olun ve mümkün olduğunca yakınlarınızın desteğini arkanıza alın. Gergin bir iş ortamında herkesle ilişkileriniz sağlıklı tutabilmenin olası hasarınızı (maddi manevi) azaltacağını unutmayın.


4. Kontrolü ele alın


Yine "söylemesi kolay" olup, yapması kolay olmayan şeylerden birine geldik. Burada iki şey kastediyorum: Birincisi içinde bulunduğunuz durumu anlayarak başınıza geleceklere hazırlıklı olmanız, risk değerlendirmesi yapmanız. İkincisi ise risk karşısında uygulanması gerekenler için hemen hemen hiçbir şeyi şansa bırakmamanız. Risk değerlendirmesini işsiz ve parasız kalmamak için yapmanız gerekiyor zaten. Riskinizi ölçün biçin, işsiz kalma ihtimaline karşı kenara para koymaya çalışın. Bunun için de gerçekçi olun. Gerçek ihtiyaçlarınız neler, lüksleriniz neler? Harcamalarınızı ne kadar kısabilirsiniz? Kendinizi kısıtlayarak ne kadar devam edebilirsiniz (bu da çok önemli bir faktör)? Harcamalarınızın ne kadarını siz yapıyorsunuz, ne kadarını aileniz yapıyor? Tüm bu soruların yanıtları için kontrolü ele almaya gayret edin. Daha somut bir örnek vermek gerekirse, dövizle kira ödüyorsanız örneğin, her ay ne kadar ödeyeceğiniz konusunu şansa bırakmayın. Ev sahibinizle konuşun, ya dövizi belli bir fiyata sabitleyin ya da koşulların değiştiğini, TL cinsinden ödeme yapabileceğinizi söyleyin. Kabul etmeye yanaşmıyorsa, daha uygun fiyatlı bir ev araştırın. Bunların hepsi, eli kolu bağlı, dövizdeki dalgalanmalar karşısında çaresiz kalmaktan iyidir. Eğer bütçenizde çocuğunuzun okul taksitleri büyük bir gider kalemiyse ve işsiz (gelirsiz) kalmanız durumunda ödeyebilecek gücünüz yoksa, okul idaresiyle bu konuyu görüşün. Herhangi bir ödeme kolaylığı tanımıyorlarsa, çocuğunuzu özel okuldan alın, devlet okuluna verin. İnanın dünyanın sonu değil! Taksitleri ödeyemezseniz zaten bunu yapmak zorunda kalacaksınız. Bu gibi konularda kontrolü ele alın ve önceliklerinizin değiştiğini kabul edin.


5. Önceliklerinizi değiştirin (değiştiğini kabul edin)

Beşinci madde olarak yazdım ama, belki de ilk madde bu olmalıydı. Çünkü atacağınız her adım için öncelikle bu gerçeği kabul etmeniz gerekiyor. Her şeyden önce kabul etmemiz gereken şey: hiçbir şey dünkü gibi değil. Bugünkü ekonomik durumumuz dünden daha kötü olmayabilir. Bu, işlerin iyiye gittiğini göstermez, çünkü yarına ilişkin risk taşıyoruz. Krize neden olan şey risktir. İnsanların çoğunluğu da riskler karşısında kendini sağlama almak ister. Çoğunluğa uyun, kendinizi sağlama alın. Bunun için de, öncelikle dün yaptıklarımızın bugün doğru olmayabileceği gerçeğini kabul edin.

Yine somut bir örnek vereyim. Örneğin dün işleriniz yolundaydı ve işvereniniz her yıl maaşınıza zam yapıyordu. Geliriniz belli bir muhitte belli bir standarttaki konutun kirasına (hatta belki de kredi taksitini ödemeye) yetiyordu. Yaz tatili dışında bayram tatilinde de seyahate çıkabiliyordunuz ve evinize temizlik işleri ya da çocuk bakmak için gelen kişiye düzenli ödeme yapmaya gücünüz yetiyordu. Dün, işlerin daha iyiye gitme ihtimali yüksekti. Çevrenizdeki herkes böyle düşünüyordu. Diyelim ki bugün, geliriniz ve yaşam standardınız aynı. Aradaki fark, yarın işlerin daha iyiye gideceğine artık kimsenin inanmıyor olması. Bu, sizi, realitenizi ve önceliklerinizi değiştirmeye zorlar. Yarın, belki işler sizin için hiç de kötü gitmeyecek. İşinizi kaybetmeyeceksiniz ve geliriniz azalmayacak. Bunu bilemeyiz. Sadece şundan emin olabiliriz: Sabit gelirli biri olarak, hayat standardınız gelirinizin sürekliliğine bağlıdır ve köşenizde örneğin sizi bir yıl geçindirecek birikiminiz yoksa, sürekliliğe muhtaçsınız (yani risk altındasınız) demektir. Bu noktada, iki şey yapılabilir: "Benim için ortada bir tehdit yok" diyerek dün yaptığınız her şeye devam edebilirsiniz (Ki bu sizi dünden daha iyi bir noktaya götürmez, olsa olsa seviyenizi korursunuz). Ya da "risk altındayım, olası kötü günlere karşı borçlarımı azaltıp birikimimi arttırmalıyım" diyebilirsiniz. Bu durumda hayat standardınızdan ödün verirsiniz. Az ya da çok. Bu, sizin risk değerlendirmenize bağlıdır. Sonuçta işiniz tehlikeye girerse, tamamen hazırlıksız yakalanmamış olursunuz, maddi ya da manevi olarak üstesinden gelebilecek gücünüz olur. İşiniz tehlikeye girmezse, biraz dişinizi sıkmış, borçlarınızı ödemiş ve bir miktar da para biriktirmiş olursunuz. Hayatınıza eski standardından ya da bir üst seviyeden devam edersiniz. Fena bir tavsiye gibi görünmüyor...


Bir sonraki yazımda, önceliklerimizi değiştirirken kriterlerimizi neye göre belirleyeceğimizi anlatacağım. Şehir insanları için para tuzakları ve kaçinma yöntemlerine değineceğim. Şimdilik iyi bayramlar.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Ekonomik Krizden Korkanlar ve Korkmayanlar İçin Tatlı Hayat Rehberi - II


Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bloga yazı yazmayı boşladığım son günlerde, doğrulanamayan bir haber aldık. Akbank'tan 1700 kişinin işten çıkarıldığına dair. Rakam doğru olmasa da gerçeklik payı vardır, krizden finans ve hizmet sektörü çok kolay etkileniyor. Peki, krizin kapımıza kadar geldiğini gördük. Ne yapacağız? Tatlı Hayat bitti mi?

Tatlı hayat bitti mi?


Şurası bir gerçek ki, işsiz kalanlar için hayat zor; ama hala işi olanlar için de pek parlak olmayacak. Öncelikle iş yükleri artacak, sonra hayat koşulları zorlaşacak. Daha şimdiden doğalgaza %60'a varan oranda zam geldi. Elektrik ve telefon ücretleri de durduğu yerde durmuyor. Daha başka bir örnek: Bugün bir arkadaşım, Ulus'ta ev değiştiren bir arkadaşının kendi ödediğinin üçte ikisi kiraya bir eve yerleştiğini anlattı. Yani o bölgede ev kiraları düşüyor. Eski kiracı olarak, eski yüksek rayiçten kira ödemek zorunda kaldığından dert yandı. Bunun gibi nedenler yüzünden, eski tatlı hayat günlerimizin sona erdiğini söylemek mümkün.

Kriz ortamında herkes kendi tatlı hayatının bitip bitmediğine karar verebilir. Buna karar vermek için benim önerim basitçe bir muhasebe yapmak. Kağıt kalemle bir tarafa gelirinizi, bir tarafa giderleriniz yazmak uzun vade için yeteri kadar açık görüş sağlamayabilir. İnternette ücretsiz kişisel bütçe programları var. Bir tane indirmenizi öneririm. Benim kullandığım BudgetCalendar adında çök basit bir program. Tıpkı Outlook'ta olduğu gibi bir takvim var. Maaşlı bir çalışansanız, ayın 31'ine gelirinizi yazıyorsunuz ve mükerrer olduğunu işaretliyorsunuz. Kira, taksit, kredi kartı ödemesi vb. giderlerinizi ilgili tarihlere giriyorsunuz, kaçar tekrar olduğunu işliyorsunuz. Bunları işlerken gıda, giyim, kira vb. tag'ler koyarsanız, gelirinizin kaçta kaçını nereye harcadığınızı görebilirsiniz. Sonuçta takvime ilgili tarihlerde ilgili harcamaları, önümüzdeki aylar için de kabaca bir harcama öngörüsü girdiğinizde, gelecek bir yılın nakit akışını takvimde görüyorsunuz. Ocak sonunda bu kadar, Mayıs sonunda bu kadar paranız olacak diyor size. Tabii gideriniz gelirinizden azsa ve köşeye bir şeyler atabiliyorsanız...

Kişisel bütçe programının şöyle bir faydası var: Gelirinizin örneğin üçte biri kiraya gidiyorsa ve kiranızı Türk Lirası olarak ödüyorsanız, bu konuda zarar görmeyeceğinizi bilip derin nefes alabilirsiniz. Fakat gelirinizin üçte biri kredi kartı harcamasıysa ve 5 taksitle fondü seti, 8 taksitle çizme falan gibi şeyler almışsanız, ileriki aylarda kredi kartı harcamalarınızı kısmadığınız takdirde kredi kartı borcunuzun epey kabaracağını görüyorsunuz. Çoğu kişi taksitle alışveriş yaptığında, bu durumu göz ardı eder, ipin ucunu kolayca kaçırır. Hele hele geliri ve gideri ucu ucuna olanlar... Türkiye'de şu anda rakamı hatırlamıyorum ama, kredi kartının asgari ödeme tutarını bile ödeyemeyen çok sayıda kişi var ve bunlara işsiz kalanları, işleri bozulanları, prim sistemiyle çalışıp prim geliri azalanları da ekleyebiliriz.

Netice itibarıyla bütçe programı önümüzdeki bir yıl için her ayın sonunda artan bakiye mi, azalan bakiye ve açık mı gösteriyor? Beklenmeyen bir harcamanız olsa, bir anda eksiye geçebilir durumda mısınız? Bu soruların cevaplarına göre herkes kendi tatlı hayatının sona erip ermediğine karar verebilir.


Kriz zamanı ne yapılır, ne yapılmaz?


Kriz hakkında yazmaya başladığımda
, başbakan da dahil olmak üzere pek çok kimse ne kadar ciddi bir durumda olduğumuzu anlamamış görünüyordu. Bu hafta Euro 2.1 YTL'yi geçti, dünyanın dörtbir yanından fabrika kapatma ve iflas haberleri geliyor. Artık herkes krizin ne kadar büyük olduğunu kestirmeye ve ne kadar süreceğini öngörmeye çalışıyor. Hiçbir işadamına tavsiyede bulunacak durumda değilim, ancak işadamı değilseniz, sabit gelirle geçiniyorsanız size şu önerilerde bulunabilirim:

1. Krizde işsiz kalmayın,
2. Krizde parasız kalmayın, borçlu olmayın,
3. Krizde desteksiz kalmayın,
4. Kontrolü ele alın,
5. Önceliklerinizi değiştirin (değiştiğini kabul edin)

Bu beş maddeyi örneklerle teker teker açıklayacağım. Bizi izlemeye devam edin.

31 Ekim 2008 Cuma

Ekonomik Krizden Korkanlar ve Korkmayanlar İçin Tatlı Hayat Rehberi

Önceki gün kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Krizin geldiğini nasıl anlarsınız?

Geçenlerde Guy Kawasaki'nin blogunda okumuştum. Ekonominin kötüye gittiğini nereden anlarsınız sorusuna esprili bir yanıt vermiş: Google'da klozetleri artık ısıtmıyorlarsa, kriz gelmiştir diyor.

Bizde ise en görünür belirti borsa ve kurlardır. Borsa ve döviz kurları bir günde fırlar ya da inerse, krizin kapınıza dayandığını ve hatta kapınızı kırmaya yeltendiğini anlayabilirsiniz. Borsada paranız yoksa bile televizyonlarda ve gazetelerde yapılan kriz haberlerinden, çarpıcı haber başlıklarından ülkede ekonomik bir çalkantının hüküm sürmekte olduğunu da kolayca anlayabilirsiniz. Hala "Ama bayram tatilinde bütün oteller doluydu. Millet su gibi para harcıyor, kriz mriz göremiyorum..." mu diyorsunuz? Bekleyin! Onlar grip olmuş da, haberleri yok... Bir iki güne yatağa düşerler.

Toplumda orta halli denilen kişiler genellikle sabit gelirli kişilerdir.Bu kesim maaşlı ya da serbest çalışarak, belli bir aylık gelirle geçimini sağlar. Nakiti olmadığında borçlanır, borçları arttığında harcamalarını kısar. Öyle ya da böyle, o gelirle hayatını sürdürür. Ülkemiz orta hallilerin çoğunluk olduğu bir ülke olmasa da, düzenli gelirleri sayesinde, piyasanın dinamiklerini orta halli kişilerin tüketim davranışları belirler. Mesela kredi kartına bilmem kaç taksit sistemi, bu kesimin düzenli geliri sayesinde bugünlere gelmiştir. Perakende sektörünün büyük bir bölümü, bu kesimin tüketim alışkanlıklarını dikkatle izler.

Üst orta ve üst gelir grubu ise, daha çok risk alan yüksek maaşlı çalışan veya işveren konumundaki kişilerden oluşur. Krizden en çok korkan ve en çabuk etkilenen kesim bu kesimdir. Tersi de doğrudur. Kriz karşısında en çabuk önlem alan kesim yine bu kesimdir. Şimdi bunu somut bir örnekle anlatalım. Bakalım kendinizi bu senaryoda uygun bir role yerleştirebilecek misiniz?

Yaşanmış (veya yaşanması olası) bir kriz senaryosu

Ülkenin birinde haddinden fazla kişiye, önüne arkasına pek fazla bakmadan tutsat (mortgage) kredileri verilmiştir. Haliyle borcunu ödeyemeyenler olmuştur ve bankaların evdeki hesapları çarşıya uymamıştır. Borcunu ödeyemeyen kişilerin evlerine el konmaktadır ancak bu evleri nakite çevirmek iki günde mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla ülkenin birinde, yanlış hesap sonucu mağdur olan tek grup evsiz ve borçlu vatandaşlar değildir. El koyduğu bir sürü boş ev ve boş kasalarıyla bankalar da mağdurdur. Bazı bankalar batmanın eşiğine gelir. Haliyle sıkışan ya da batan bankaların borsalardaki hisseleri düşer. Bu durumda sadece o ülkenin borsası ve borsada parası olanlar değil, o ülkeyle iş yapan pek çok şirketin hissleri de kendi ülkelerinde alt üst olur. Her ne kadar o ülkenin hükumeti bankaların batmasına izin vermeyeceğini, gerekirse bankaları teker teker satın alacağını söylese de, bu kadarı piyasaları düzeltmeye yetmez.

Uluslararası yatırım bankaları ve çokuluslu şirketler başta olmak üzere dünyanın dörtbir yanında sıkıntı başlar. Bu dalgalanmada borsada parası olanlar para kaybetmiştir. Döviz dalgalanmaları sırasında bazı kişiler para kaybederken, bazıları artan döviz kuru sayesinde çok yüksek kazançlar elde etmiştir. Öte yandan dövizle iş yapan kişiler (örneğin ithalat yapanlar), kur artışı karşısında dün 3 liraya aldığı şeyi bugün 4 liraya almakta ve büyük bir ikilemle karşı karşıya kalmaktadır: Ya kur farkını satış fiyatına yansıtacaktır -ki bu durumda TL geliri olan alıcı ürünü almaktan vazgeçecek ve satışlar düsecektir- ya da kardan ödün verip fiyat farkını müşterisine yansıtmayacaktır. Hangi seçeneği seçerse seçsin, geçmişteki kazancını elde edemeyecektir. Daha basitçe anlamak için dijital fotoğraf makinesi satan bir mağaza düşünün. Bu mağaza döviz dalgalanmasından sonra, Ekim ayında ithal ettiği ürününü, Eylül ayında ithal ettiği fiyatın %20 fazlasına satın alıyorsa ve TL cinsinden fiyatlarını arttırmamayı seçtiyse,otomatik olarak geliri %20 düşmüş demektir. Tabii böyle bir dalgalanma durumunda satışların hiç düşmediğini varsayarsak -ki o da düşer.

Eğer mağaza dolarla kira ödüyorsa, maliyetlerinde de otomatik olarak artış meydana gelmiş olacaktır. Tüm bu gelir azaltıcı faktörlerle boğuşurken, Türkiye'de kredi kartına bilmem kaç taksit yapma alışkanlığı nedeniyle, bugün sattığı ürünün parasını minik minik taksitler halinde ancak 6, 8 veya 10 ayda tahsil edebilecektir. O arada döviz kimbilir kaç TL olacaktır ve vade farkından kaynaklanan bir başka zarar potansiyeli daha kapıdadır.

Ne demiştik? Ekonomik kriz deprem gibi bir şey değildir. Bir gecede dünyanız başınıza yıkılmaz. Fakat... Elektronik mağazası gelir kaybını nasıl telafi edeceğine bakar. Kendi alacaklılarına ödemeleri geciktirir. Mesela faturalarını bir ay sonra değil iki-üç ay sonra öder. Dişini geçirebildiğine bunu yapar; dişini geçiremediğine paşa paşa ödeme yapar ama kendi kasasında işini döndürmek için para kalmaz. Mesela kira, elektrik faturası ve personel maaşlarını ödemek, varsa şirket arabalarının benzin vb. giderlerini karşılamak için nakite ihtiyaç duyulur. Mağazanın alacaklılarına dişini geçirebildiğini ve ödemeleri ertelediğini varsayalım. Mağazada çalışan personel için hala hayat güllük gülistanlıktır. Personel maaşını alır, bayramda tatilini yapar. Mağazada işler nasıl diye sorduğunuzda, satışlar devam ettiği için "iyi" diyecektir. Maaşını alabilen başka şirketlerin personeli de hala dijital kamera falan gibi hiç de acil ihtiyaç sayılmayan şeylere para harcayabilmekte ve 8-10 ay vadeyle borçlanmakta sakınca görmemektedir. İşte, grip olmuşlar da haberleri yok dediklerimiz bunlardır.

Mağaza ile iş yapan bir taşıma şirketi düşünelim. Elektronik eşyaları mağazanın çeşitli şubelerine getirsin-götürsün. Bu şirkette de kamyonetler, şoförler ve başka personel olsun. Mağaza, bu şirkete her ay düzenli ödeme yaparken, kendi nakit sıkışıklığı nedeniyle, nakliye şirketine ödemesini geciktirsin. "Ödemeni 60 gün sonra yapacağım, işine gelirse..." desin. Nakliye şirketi zarar da olsa, bunu sineye çeksin. Hala herkes için ortalık güllük gülistanlık olarak görünebilir. Ta ki nakliye şirketinin ikinci, üçüncü ya da dördüncü müşterisi de aynı şeyi yapana kadar... Nakliye şirketi Ekim ayında tahsilat yapamaz, Kasım ayında da. Oysa personele maaş ödenmesi gerekmektedir, araçlara da benzin alınmalıdır. Yapılacak şey basittir: Kime dişini geçirebiliyorsa onun ödemesini geciktirmek, geri kalan zorunlu ödemeler için de ya borç almak (kredi vb) ya da patronun cebinden şirkete nakit koyması.

Bu nakliye şirketinin küçük bir şirket olduğunu varsayalım. Bu belirsizlikte nakliye şirketinin patronu borca girmek istemiyor diyelim... Cebinden şirkete sermaye koyar ve Ekim ayını da böyle geçirir. Fakat Kasım ayında yine para lazımdır, tahsilatlar gerçekleşememiştir ve yeterince para yoktur. Yanında çalışanlara ay başında "Kusura bakmayın arkadaşlar, mümkün olan en kısa zamanda maaşlarınızı ödeyeceğim" der. İşte o gün krizin bireyleri etkilemeye başladığı gündür.

Devam etmeye gerek var mı bilmiyorum... Mağazaya geri dönecek olursak, işler biraz daha düzelmezse, mağaza şubelerinden birini kapatmaya karar verebilir. Personelin bir kısmını işten çıkararak maliyetleri kısmaya, krizden en az zararla çıkmaya çalışabilir vs. vs.

Ekonomik krizden korkanlar ve korkmayanlar tatlı hayatlarına nasıl devam edecek?

Bizi izlemeye devam edin...

30 Ekim 2008 Perşembe

Tatlı hayatın sonu: Nur topu gibi bir krizimiz oldu!


Geçen hafta, Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi'nin kararıyla Blogger.com'a erişimimizin engellenmesi ve binlerce blog gibi Tatlı Hayat'a da erişemez olmamız, bu yazıyı yazmamı erteledi. Son bir aydır ekonomik krizle yatıp kalktığımız için,kriz tecrübelerimi ve gözlemlerimi Tatlı Hayat okurlarıyla paylaşmak istiyordum.

Aslında erişimin engellenmesi bahane. 2001 krizinin etkilerini yaşamış, paranın varlığı ve yokluğu kavramlarına fazlasıyla kafa yormuş biri olarak, bir mini rehber hazırlamak istiyordum. ... ama nerdene başlayacağımı bilemedim. Evet, toparlayabilirsem: Ekonomik Krizden Korkanlar ve Korkmayanlar İçin Tatlı Hayat Rehberi


Ekonomik kriz nedir?


Ekonomist değilim. Hatta üniversitede de hiç ekonomi dersi almadım. O nedenle ekonomik krizin tanımını yapmak bana düşmez. Ekonomik kriz dendiğinde, piyasalarda doların ya da borsanın inip-çıkması dışında büyütülecek pek bir şey göremediğinizi, insanların neden bunu bu kadar abarttığını mı söyleyeceksiniz? O zaman sizin anlayacağınız dilden bir ekonomik kriz tarifi yapabilirim.

1. Ekonomik kriz deprem gibi bir şey değildir. Yani bir gecede hayatınızı yerle bir etmez (Ona başka bir şey deniyor, devalüasyon mu ne...). Daha çok grip gibi bir şeydir. Alt tarafı biraz soğuk aldığınızı sanırsınız, büyütecek bir şey olmadığını düşünürsünüz. Ama sadece sizi değil, sizinle birlikte çevrenizdeki herkesi etkisi altına alır. Kimin kime bulaştırdığı belli değildir. Ayakta atlatacağınızı sanırsınız, kendinizi yatakta bulursunuz. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün... Yatağa düşmemeyi başarsanız da, işe gelmeyen arkadaşlarınızın işlerini üstlenmeniz gerekir. Yani öyle ya da böyle etkilenirsiniz.

2. Ekonomik kriz deprem gibi bir şey değildir. Akşamdan sabaha hasar tesbiti yapamayabilirsiniz. Ama başbakanınız televizyonlara çıkıp "hamdolsun, iyiyiz" diyorsa , ekonomi bilgisinin benden daha az olduğundan ya da hasar tesbitini bankada kendi hesabına bakarak yaptığından (ve daha beter günler göreceğinizden) emin olabilirsiniz.

3.
Ekonomik kriz deprem gibi bir şey değildir. Önce komşuda pişer. İş adamları, yatırım ve danışmanlık şirketleri falan en az bir sene "kriz geldi, geliyor" diye söylenir. Herşey yolundaymış gibi görünürken bile patronunuz yılbaşında istediğiniz zammı yapmıyorsa, bunu kişisel almayıp, piyasaların durumuyla ilgili bir anlam çıkarmalısınız.

Arkası yarın...

12 Eylül 2008 Cuma

İnce belli bardağa bir de bu tarafından bakmak

İnternette dolaşırken resimdeki bardağı gördüm. Modern tasarım ürünleri satan Charles&Marie'de 40 Euro'dan satılıyor. Bu bardağı ecnebiler likör ya da şeri içmek için tasarlamışlar. Aklıma seneler önce İtalyanca öğretmeniz Deborah'nın Türkiye izlenimlerini anlatışı geldi: Türkiye'de yaşayan bir yabancı olarak bir seferinde ülkesindeki eşine dostuna ince belli çay bardağı götürmüş. Kesme kristal bardaklara bayılmışlar. Ama bu bardaklarla çay değil, likör ikram ediyorlarmış.

İnce belli bardakla çay içilen bir kültürün içinde büyümüş olsam da, zaman zaman çay bardağının çay içmek için çok küçük olduğunu düşünür, neden böyle bir bardakla çay içmeyi seçtiğimizi anlamaya çalışırım. Üstelik içinde sıcak çay varken bardağı tutmak da çok zordur. Sadece çay bu bardakta güzel göründüğü için mi bu alışkanlığı edindik? byAMT Studio tarafından tasarlanmış bu bardakları görünce, ince belli bardağın bu sorunları bir derece giderilmiş olduğunu düşündüm. Bardağın kenarındaki boşluklu cam katman sayesinde elimiz yanmaz. İsteyen altından da tutabilir.

Kültürün algıya etkisi:

Bir batılıya göre: shot glass boyunda cam bir bardak = likör içmek
Bir doğuluya göre: shot glass boyunda cam bir bardak = çay içmek

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Ayşegül'ün tatlı rüyası ve Ayşe Arman'ın egosu



Ayşegül T. Tüzün, kurabiye tutkusunu blogunda anlatıyor: Ayşegül'ün Tatlı Rüyası Ayşegül'ün boşzamanlarında değil, zaman yaratarak yaptığı kurabiyelerin fotoğrafları o kadar renkli ki, kısa zamanda popüler yemek blogları arasında üst sıralara çıkacağından hiç şüphem yok. Dün Ayşegül ile işimiz gereği bir araya geldik ve sonrasında bloglarımız hakkında konuştuk. Yeri gelmişken, Ayşegül'ün blogunu meraklılarına duyurmak istedim. Bu yazıyı yazarken de aklıma zaman zaman blogumun adı konusunda yapılan eleştiriler geldi: "Ay, ne klişe! Daha yaratıcı bir isim bulamadın mı?" Bulabilirdim, ama bulmadım. Bence klişe olmak da çoğu zaman işe yarıyor. Tıpkı bütün deterjan reklamlarında temizleme gücünü olağanüstü lekeleri temizleyerek test ettikleri gibi (sittin senedir aynı senaryo. Hala işe yarıyor)Ayşegül'ün de bloguna böyle bir isim seçtiğini gördüm. Bence sakıncası yok. Arama motoru sonuçlarına bakınca yemek ilintili bir sitenin adında 'tatlı' kelimesinin geçmesinin avantajı ortada.

Tatlı Hayat'ın ziyaretçi trafiğini çok sıkı takip ediyorum. RSS'ten takip edenlerin neler okuduklarına bakıyorum. Arama motorundan gelenlerin internette ne aradıklarına da bakıyorum. Açıkçası sonuçlar bazen beni şaşırtıyor. Mesela 300 Spartalı yazım nedeniyle bloguma ayda 30-40 kişi geliyor.

Bir diğer konu da uzun zaman blog yazınca, metinlerde kendime ilişkin konulara daha fazla yer verdiğimi fark etmem. Önceleri "Aman, şimdi Ayşe Arman gibi 'benim çantam, benim elbisem, benim arkadaşım, benim patronum...' diye yazdım yine" diye kendi kendime sansür uyguluyordum. Ayşe Arman'ın Hürriyet'in 500 bin okuyucusuna karşı özel hayatını bu kadar öne çıkarması, bu kadar gözler önüne sermesi, çok eleştirilen bir tavır ya hani... Oysa blog bir günlük ve kişinin gördüğü, okuduğu, yaşadığı, beğendiği (ve beğenmediği) pek çok şeyi blogunda yayınlaması çok normal. Gazetecilik ise daha farklı: Haberi bul, varsa hikayesini ortaya çıkar ve düzgün bir dille anlat. İşte Ayşe Arman bunu yaparken hikayenin (çoğu zaman) başrolüne kendini koymaktan bir türlü kendini alıkoyamıyor. Bu haliyle de bir gazeteciden çok bir blog yazarı aslında. Şimdi ortaya şu teoriyi atıyorum: Ayşe Arman'ı Hürriyet'te olsa olsa 1 milyon kişi okuyor. Üstelik de egosu şişkin gazeteci olarak, gazeteciliği yerin dibine sokan kişi olarak çok eleştiriliyor. Ayşe Arman Hürriyet'i bıraksın. Blog yazsın. Kadın-erkek ilişkileri yazsın, gezdiği yerleri yazsın, kızının çişini-kakasını yazsın, yeni aldığı topuklu ayakkabıları yazsın. Hem çok başarılı bir blog yazarı olur, hem de 21 milyon Türk internet kullanıcısından en az 2 milyonu onu okur. Yurtdışında yaşayanları varın siz hesaplayın. Bloguna da olabilecek en klişe ismi seçsin: Ayşe'nin Günlüğü ya da Ayşe'nin Not Defteri. Başarı garanti diyorum.

NOT: Bu fikrimi ciddiye alacak bir kişi vardı, öldü: Ercan Arıklı.

17 Ağustos 2008 Pazar

Muji İstanbul'a geliyor



Ünlü Japon markası MUJI yakında İstanbul'da ilk mağazasını açıyor. Nişantaşı'nda Akkavak Sokak'ta açılacak mağazanın şu sıralar dekorasyonu yapılıyor. Dünyanın belli başlı şehirlerinde mağazaları olan MUJI, iyi tasarlanmış, kaliteli malzemeden üretilmiş, abartısız ambalaj ve sıfır reklam ile satışa sunulan düşük fiyatlı "günlük yaşam gereçleri" üretiyor. Marka olarak çevreye duyarlı ve sosyal sorumluluk sahibi imajı da tanınmasında ve takdir görmesinde hayli etkili.

Resimdeki saat, gözünüze hayli tanıdık gelebilir. MUJI'nin en bilinen ürünlerinden biri ve MUJI'nin tasarım anlayışını özetliyor: Sade, işlevsel, çağdaş, zekice fakat iddiasız, sizi yormayan, üzmeyen...

NOT: Eylül'e kadar bekleyemeyecek olanlar için MUJI'nin kırtasiye ürünleri Nişantaşı'nda Kare Kırtasiye'de satılıyor. YTL cinsinden fiyatlarını biraz pahalı bulabilirsiniz.

5 Ağustos 2008 Salı

Taklit değil "imitasyon"

Bu yazı aslında bundan birkaç yıl önce yazılacaktı. Başlığı da aynı olacaktı. "Taklit değil 'imitasyon'" sözü de aktaracağım anekdotun veciz sözü olarak zihinlerde yer edecektir eminim. Fakat yeri gelmedi, zamanı gelmedi. Ayrıca bu yazıya konu olan markaların ve konunun "hassasiyetinden" dolayı öyle açık açık yer ve zaman bildirerek yazmak mümkün değil.

Birkaç yıl önce RR Caddesi'nde dolaşırken, sokakta güneş gözlüğü satan bir adamın tezgahında hoş bir gözlük gördüm. "A, bu neymiş, bakayım" dedim. Gözlüğü evirdim, çevirdim; olmadı, taktım, denedim. Şahane gözlüktü, cuk oturdu. Fiyatını sordum, tam hatırlamıyorum ama, pek de işporta fiyatı olmayan bir rakam söyledi satıcı. "Aman, aslı fiyatına taklit gözlük satıyorsun. Üç kuruş fazla verir, mağazadan XX alırım" dedim (Burada marka yazamıyorum, taklit tasarım ya da ürün satmak yasak zira. Ben de "şurada şu dükkan, şu markanın taklitlerini satıyor" diye yazarsam, başka bir suç kategorisine giriyor. Artık anlayan anlar...) Satıcı malına "taklit" dedim diye alındı. Uzun uzun niye o fiyata sattıklarını açıkladı ve ekledi: "Hem bunlar taklit değil, 'imitasyon'" dedi. Öğrendim. O piyasanın jargonu öyleymiş...

ALL dergisini hazırlarken, alışveriş tutkunları için fısıltı gazetesi tarzında köşe yazacak bir yazarımız vardı. Alışveriş tutkunlarının köşe bucak dolaşıp markaların outlet mağazalarını bulduklarını, hiç üşenmeden taa nerelere gittiklerini konuşuyorduk. Laf döndü dolaştı "aslından ayırt edilemeyen" marka çanta ve cüzdan satan bazı dükkanlara geldi ve "Bir sevap işlesek de, meraklısına A'dan Z'ye İstanbul İmitasyon Rehberi hazırlasak" diye bir fikir ortaya çıktı. Tabii Birleşmiş Markalar Derneği desteğiyle çıkan bir alışveriş dergisinde böyle bir rehber olamazdı! Bu sevabı işlemediğimiz için cennete gidemeyecek olmamızın ızdırabıyla hala yanıyoruz, o ayrı...

Blogumda böyle bir rehber yayınlamakla yayınlamamak arasında çok tereddütte kaldığımı itiraf edeyim. Türkiye'nin hem yazılım kopyası, hem müzik kopyası, hem film kopyası hem de tasarım (giysi, mobilya vb.) konusunda uluslararası camiada adı kötüye çıkmış. Bundan utanç duyuyoruz. Öte taraftan, bu tür korsan üretimin bu kadar yaygın olması, kötü niyetli sahtekar kişilerin çok olmasından değil, talebin çok olmasından. Kimse kimseye korsan bir şeyi, gerçek diye yutturmaya çalışmıyor. Bütçeniz aslını almaya yetmediği için, arayıp tarayıp beğendiğiniz ürünün "taklit değil, imitasyon" olanını alıyorsunuz. Yasak olduğunu bile bile... Bu bir ülke gerçeği. Öte yandan markanın mağazasında 2.000 USD olan bir çanta, imitasyoncuda 300 USD. Daha harcıalem bir markanın mağazasında ise 450 YTL. Yani markalar da başka markaları taklit ediyor. Bu da piyasanın gerçeği...

Döndük dolaştık, bu kadar lafı niye ettik? Bloguma gelen ziyaretçilerin arama yaparken kullandıkları kelimeleri incelerken "imitasyon çanta" ve "ZZ marka taklidi" gibi aramalar yaptığını gördüm. Geçenlerde yazdığım Ebay ve Gittigidiyor ilintili yazıdan dolayı bloguma düşüyorlar. Yurdum insanı fellik fellik imitasyon ürün arıyor internette. Deliklerden birini tıkasanız, birinden çıkış yolu bulunuyor. Bu konuda önlem almak isteyenlerin görmesi gereken, taklitçiliğin kabuk değiştirdiği, sınıf atladığı. Artık "imitasyon"a terfi ettiler. Satanlar sattığı, alanlar aldığı şeyden memnun. Anlayan anlar onu...

24 Temmuz 2008 Perşembe

"Cool" nasıl olunur, nasıl olunmaz?


Elle dergisinin Temmuz sayısında sevgili Ferhan İstanbullu ile yapılan röportaj var. Sağ tarafta linkini bulacağınız Madam Bovary'nin yazarı Ferhan ile tasarım, moda ve "cool olmak" üzerine konuşmuşlar. Harvey Nichols'ı ikinci adres belleyip yine de "cool" olmayı başaramayanlara rehber mahiyetinde. Röportajında çok güzel özetlemiş: Moda ve stil bağlamında kendi doğrularını yaşayan fakat bunları başkalarına dikte etmekten kaçınan kişi (bence başkalarının dikte ettiklerini de hiç "takmayan"). Derginin yeni sayısı çıkmadan önce, merak edenlere duyurulur...

NOT: Madam Bovary'ye Wordpress'e getirilen yasak nedeniyle erişemediyseniz, Radikal gazetesinin hafta sonu ekindeki Efervesan köşesinden Ferhan İstanbulu,nun yazılarını takip edebilirsiniz.

NOT 2: Geçtiğimiz hafta "Türkiye'de çıktı mı, çıkacak mı?" diye herkesin karın ağrısı haline gelen Vogue dergisinin Türkiye edisyonunun genel yayın yönetmeninin Ferhan olacağı haberleri geldi. Haberler doğru. Vogue Türkiye'yi heyecanla bekliyoruz...

22 Temmuz 2008 Salı

Vişneli, limonlu, lale şeklinde nostaljik dondurma


Büyükada'ya ne zaman gitsem, başka bir şehre gitmiş gibi hissederim. Hatta başka bir ülkeye... Büyükada ve komşuları, İstanbul'a hem yakın hem uzak konumlarıyla, bambaşka bir yaşam kültürünü geliştirmeyi başarmış. Adada motorlu araçların yasak olmasını falan kastetmiyorum. Herşeyin pahalı, kıt ve "öyle" olmasının kabullenilmiş olmasını kastediyorum. Mesela adada tek bir fırın varsa (ikinci bir fırın açılsa, fırıncılardan biri aç kalabilir zira) ve saat 16.00'dan sonra simit çıkarmıyorsa, "o saatten sonra simit yenmeyeceği"nin öylece kabul edilmesini... Adada olunca, çoğu şeyi "öyle" yapmaktan başka pek fazla seçenek yok galiba...

Geçen hafta Büyükada'daydık (Sevgili Güliz Canbaz ile). Adanın çarşıya yakın sokaklarından geçerek, turistlerin olmadığı bir yerlere varmaya çalışırken, 12-13 yaşlarında bir delikanlının üç tekerlekli ahşap bir arabada dondurma sattığını gördük. Hani her köşe başında Algida dondurma satılmadığı, çocukların dondurmayı ancak lunaparklarda ya da kasaba panayırlarında falan gördüğü zamanlardaki arabalardan biriydi (İzlemedim ama, Dondurmam Gaymak filmindeki gibi). Vişneli, limonlu, kavunlu, kaymaklı, çikolatalı ve çilekli dondurma çeşitleri arasından seçim yaptık. Resimde benim vişneli ve limonlu dondurmamı görüyorsunuz. Delikanlı, yassı bir dondurma kaşığıyla biraz acemice, ama özene benzene külahı parça parça dondurmayla doldurdu. Külah sonunda lale şeklini aldı. Gözüme çok eğlenceli göründü... Dondurmanın tadı ise daha çok sorbeye benziyordu. Özellikle limonlusu. Güliz'e çocukluğunun Bursa'sındaki dondurmacıları hatırlatmış. Bana Sicilya'daki kafelerde espresso ile verilen limonlu- portakallı sorbeyi hatırlattı. Yaşasın nostalji!..


NOT: Şahane sorbet tarifleri için şahane bir blog: FXCuisine

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Issız adada tek başına



Resimde gördüğünüz Yeni Zelanda'daki Adalar Körfezi'nin kuzeyinde yer alan "ıssız" bir adada yer alan Cavalli Island Retreat&Spa. Son derece lüks ve "stilish" bir tatil özlemi duyanların, eşe-dosta anlata anlata bitiremeyeceği bir yer. Yeni Zelanda'da yaz ayları sayılan Aralık ve Ocak ayları için şimdiden yer ayırtmakta fayda var. Zira bu tesis, spa, su sporları ve golf gibi olanaklar sunsa da, aslında çok küçük. Aynı anda sadece 6 kişiyi misafir edebiliyor. Öte yandan sessiz ve gözlerden uzakta bir yerde lüks bir tatil yapmak için ihtiyacınız olan her şeye sahip. Çünkü yaklaşık 20 personel de yeme-içme, masaj, dalış dersi, tekneyle denize açılma, golf sopası taşıma vb. konularda hizmette kusur etmemek için çalışıyor. Bütün bunların bedeli, özel yatla çevre gezileri ve dalış dersleri de dahil edildiğinde, iki kişi içon gecesi 20.000 Dolar.

Cavalli adını Roberto Cavalli'den mi almış, diye merak ettim. Malum, ünlü modacıların ünlü zincir otellerde güzellik merkezi ya da restoran dekore etmeleri, bu alanda yatırım yapmaları ve kendi adlarıyla yer açmaları sık rastlanan bir şey. Gerçi okyanusun ortasında, birkaç odalı ve tek katlı bu tesis, Roberto Cavalli'nin tarzını yansıtamayacak kadar sade göründü gözüme. Öyle değilmiş: Yeni Zelanda'nın kuzey doğusundaki Adalar Körfezi'nde yer alan bir grup küçük adanın adı Cavalli Adaları'ymış. İsim benzerliğine bak sen! Richard Branson'ın özel adası da Karayipler'deki Virgin Adaları'nda olduğundan, altında bir numara aramadan duramıyor insan...

15 Temmuz 2008 Salı

Vapiano: Yavaş giden çok yaşar (mı?)


Bugün Anadolu yakasında ilginç bir restoran konseptini tanıma fırsatı buldum: Suadiye'deki Vapiano. İlk bakışta FanFang'ın İtalyan mutfağı versiyonu gibi geldi. Bu nedenle çok ilginçti. Gidenler görmüştür. FanFang'ta siparişinizi verirsiniz. Kasaya ödemenizi yapar, bir sipariş numarası alırsınız. Siparişiniz yarı açık mutfakta hazırlanırken, mutfakta aşçıların neyi nasıl pişirdiklerini görebilirsiniz. Çin yemeklerinin çoğu stir-fry olduğundan, yani yüksek hararetli ateşteki geniş sac tavada şöyle bir çevrilerek kısa zamanda piştiğinden, uzun süre beklemeniz gerekmez.

Vapiano'da da benzer sistem var. Mutfak, müşteriden camlı bir banko ile ayrılıyor ve fast-food restoranlardaki gibi bankonun arkasında birçok genç var. Aşçı giysileri giymişler ama biraz sonra okuyacaklarınız nedeniyle bu gençlere aşçı diyemeyeceğim. Kapıdan girdiğinizde size manyetik bir kart veriliyor ve sipariş verdiğinizde, siparişinizi alan pişirici gencin önündeki okuyucuya kartınızı okutuyorsunuz (aslında yazdırıyorsunuz). Böylece siparişinize ait bilgi manyetik kartınıza yükleniyor. Menü basit: Antipasti (başlangıçlar), Pasta (makarnalar), Piza ve Dolci (Tatlılar). Siparişiniz hazırlanırken tıpkı fast-food restoranın bankosunda bekler gibi bekliyorsunuz. Bitince tabağınızı tepsinize alıp gidiyorsunuz.

Oturma yerlerinin bir kısmı okul kantini görünümünde. Bu uzun masalar ve banklar da bana Wagamama'yı hatırlattı. Kalabalık zamanlarda tanımadığınız birileriyle de masanızı paylaşabiliyorsunuz. Masalardaki saksılara taze fesleğen ekilmiş. Yemeğinize biraz daha fesleğen eklemek isterseniz, hop, saksıdan bir-iki yaprak koparıverin, tamamdır...

Vapiano, az biraz İtalyanca bilgime göre Va Piano olarak mı yazılıyor acaba diye merak etmiştim, va piano, yavaş giden anlamına geliyor çünkü... Öyleymiş. Alman kökenli İtalyan restoranları zinciri, adını İtalyanca'daki "chi va piano va sano e va lontano" (yavaş giden, daha sağlıklı olur ve daha uzağa gider) deyiminden almış. İtalya'da çok yaygın olan slow food akımına da gönderme yapıyor. Yani yavaş ye, iyi ye, tadını çıkar... Tabii bunu Vapiano'da nasıl yapacağız bilemiyorum. Zira azıcık İtalyan mutfağı tecrübesi olan herhangi bir aşçı Vapiano'dakilerin yemek pişirme biçimlerini görse kahrolur. Çünkü Vapiano bankolarındaki tüm yemekler wok benzeri sac tavalarda pişiyor. Aslında makarna çeşitleri demek lazım, çünkü pizzalar için bankoda beklenmiyor. Tavaya önce zeytinyağı konuyor, sonra sos malzemeleri. Yan tarafta içi kaynar su dolu fritözler var. Buraya bir porsiyon taze makarna atılıyor. Makarna suda kaynarken makarna sosunun malzemeleri teker teker sac tavaya atılıyor. Tabii tavayı ısıtan ateş kaynağı hararetli olduğundan, arada yanık zeytinyağının kokusunu alabiliyorsunuz. Ben bugün, bir İtalyan mutfağı klasiği olan Pasta Carbonara yedim. Makarna tipini seçebiliyorsunuz, çok sevdiğim için tagliatelle ile istedim. Krema ve prosciutto ile yapıldığından, yakılacak ya da kavrulabilecek bir şey yoktu içinde. Fakat ben beklerken karidesli makarna isteyen bir bey vardı, onun yerinde olmadığıma şükrettim. Önce zeytinyağı yandı, sonra o bol yanık yağa karidesler atıldı. Sonra üzerine sarmısak ve diğer malzemeler atıldı. Bilemiyorum... Yağda kızarmış karidesli makarna yiyerek kendimi özel bir şey yemiş gibi hissedebilir miyim? Karar sizin. Buradan mekanın videolarını izleyebilirsiniz. Vapiano'da herşeyi hızlı pişiriyorlar, ama siz yavaş yiyin....

10 Temmuz 2008 Perşembe

Eco-turiste eco-ada gerek!



Sağa baktım, sola baktım, yine bir Richard Branson girişimiyle karşılaştım: Branson, İngiliz Virgin Adaları'ndaki özel adası Necker'ın yakınlarında yer alan Mosquito (Sivrisinek) adasını 20 özel evin yer aldığı bir eco-tatil köyüne çevirmeyi planlıyormuş. Kendi enerjisini kendi üretecek tesiste yiyecekler de adada yetişen bitkilerden elde edilecekmiş. Son yıllarda yükselişe geçen bir eco-turizm trendi vardı: Turistleri dağa-yaylaya çıkarıp, manzaradan başka hiçbir lüksü olmayan yerlerde konaklatmak. Nedense, lüks kavramının doğallığa ya da çevreciliğe aykırı olduğu düşünülür. Kısmen anlaşılabilir bir düşünce olsa da, ben, tersinin de mümkün olabileceğini düşünürüm hep. Nitekim Branson da Mosquito adasında planladığı yerleşim için klimaları çalıştıracak enerjiyi rüzgar gücünden elde etmeyi planlıyormuş. Virgin Adaları yönetimi, projeye yeşil ışık yakmış. Proje hayata geçince, eco-turizm kavramının yön değiştireceğine bahse girerim...

5 Temmuz 2008 Cumartesi

EBay'in başı fena halde belada (mı?)

İnternet dünyada yavaş yavaş yaygınlaşmaya başladığında, tüm dünyanın gözü, adı öne çıkan birkaç siteye çevrilmişti: Amazon ve EBay gibi... Amazon internet üzerinden kitap satıyordu, dünyayı ayağımıza getiriyordu, yok yoktu... Ebay ise, açık arttırma usulüyle birilerinin birşeylerini ikinci el fiyatıyla kolayca satabilmesini sağlıyordu. Ucuza bir şey arıyorsanız bakacağınız ilk yer EBay idi. Size hediye edilen Hermes çantayı beğenmediyseniz (çıldırdınız mı?), mağaza fiyatının çok altında bir açılış fiyatıyla açık arttırmaya koyup, kapanın elinde kalmasını sağlayabiliyordunuz mesela. Bir süre sonra "taklit değil imitasyon"cular bu kolay satış yöntemini keşfetti. Nerede üretildiği malum, aslının tıpkısı marka çantalar, cüzdanlar EBay'de cirit atar oldu. Bunun çok benzeri siteler çoğaldı. Türkiye'de sanal açık arttırma sitelerinin en bilineni Gittigidiyor gibi...
Bugüne kadar EBay'den hiçbir şey almadım ama Gittigidiyor ile ilgili tecrübelerim var. Onun için çekinmeden yazabilirim. ALL alışveriş dergisini hazırlarken, alternatif alışveriş kanallarını test etmek için birkaç açık arttırmaya katıldım. Birkaç yıl öncesinin 10 YTL'sine bir LV ajanda aldım. Bu, inanılmazdı. Paketim geldiğinde kurallar gereği hemen açıp, içini kontrol edip, beğenmediğim bir şey varsa iade etmem gerekiyordu. Paketi açtım. Ajanda sahteydi. Sahte deri değildi ama sahte Louis Vuitton idi. 10 YTL için tekrar kargo ve paket yapmaya üşendim. Zaten ürünün sayfasında Louis Vuitton ajanda yazmıyordu. "Harika, şahane, komple deri LV ajanda" türünden ifadeler vardı. Fotoğraflardan da bende gercek olduğu izlenimini yaratmıştı. Ama mağazasından almadığım 10 YTL'lik bir şeyin orijinal olmasını bekliyorsam, bu benim biraz saf (!) olduğum anlamına gelirdi. Gerçi benim saf olmam, Gittigidiyor'daki satıcıların sahte ürünler sattığı gerçeğini değiştirmezdi. Neyse, siteyi test edip sonucu aldığımıza göre, konu kapanabilirdi. Zaten ajandayı bir arkadaşıma verdim. Taklit maklit demedi, büyük bir memnuniyetle kabul etti. Bu durumdaki onlarca Gittigidiyor alışverişçisi sayesinde sitenin binlerce müşterisi oldu ve sonunda EBay bu siteyi satın alarak, Türkiye'de bu isimle satış yapmaya başladı.

EBay ya da Gittigidiyor gibi siteleri dikkatle incelerseniz, satıştaki yüzlerce ürünün satıcılarının 5-10 kişi olduğunu hemen farkedersiniz. Bir insanın satılık ikinci el kaç tane LV ya da Prada çantası olabilir ki? Üstelik hepsi orijinal(?!) ambalajında... Tabii Etiler ve Nişantaşı pasajlarını dolaşanlar durumu çok iyi bilir. İki tip satıcı için sanal mağazadır burası. Birincisi bu pasajlarda dükkanı olan, markaları Singapur, Hong Kong gibi vergi avantajıyla daha ucuza alınabildiği yerlerden bavulla toplayan satıcılar. Ikincisi de ya Türkiye'den ya malum yerlerden "taklit değil imitasyon" ürünler toplayıp satan satıcılar. Birincilerden belli bir grup müşteri memnundur, ratingleri yüksektir ve güvenilir satıcı kategorisinde yer alırlar. İkincilerden de başka bir grup müşteri memnundur. Onlar da güvenilir satıcı kategorisinde yer alır.

Bambaşka bir satıcı türü var ki, hikayesi dillere destan. Geçenlerde gazetede haber olan Michael Tonello gibiler, arzu nesnesi haline gelen bir ürünü (Hermes Birkin modeli çanta) uyanık davranıp gerçek fiyatına satın alıp, açık arttırmada mağaza fiyatının çok üzerinde satıyordu. Birkaç yıl boyunca onlarca çanta sattıktan sonra, numarası ortaya çıktı ve tabir caizse Hermes mağazalarına adımını atması bile yasaklandı. Elbette lüks markaların mağaza dışında satılması, markaların ticari itibarına gölge düşürdüğü gibi haksız rekabet yaratıyordu. Uzun zaman kabul etmek istemese de EBay de, sahte ürün satışında önemli bir dağıtım kanalı haline gelmişti. Bu konuda markaların açtığı davalarda EBay, "satıcı olmadığını, sadece yer sağlayıcı olarak hizmet verdiğini" söyleyerek kendini savundu. Bünyesinde pek çok ünlü markayı barındıran Louis Vuitton Möet Hennessy (LVMH)
EBay'e savaş açanların başında geliyordu. Nihayet dava geçtiğimiz günlerde sonuçlandı.
Fransız mahkemesi, EBay'in yer sağlayıcı değil, satıştan komisyon aldığı için doğrudan aracı satıcı (broker) olduğuna karar verdi. LVMH grubuna da verdiği zarardan dolayı 63 Milyon USD ceza ödemesi gerektiği de mahkeme kararları arasındaydı. Aynı gün EBay'in borsadaki hisseleri düştü. Galiba EBay'in başı fena halde belada... Zira sırada L'Oreal, Tiffany&Co gibi markaların açtığı davalar da var. Üstelik Fransa dışında açılan ve sonuçlanmamış davalara örnek olabilecek bir karar da çıkmış oldu. Bakalım bundan sonra e-ticaret siteleri neler yapacak?


NOT: Bu davayla doğrudan ilgisi yok ama, tüketiciye internetten bir şey satmak, kanunlarımızda uzaktan satış denen kavramın kapsama giriyor. Uzaktan satışta satılan malın tüm özelliklerinin detaylı biçimde anlatılması ve alıcının da tüm satış koşullarını kabul ettiğini bildiren sözleşmeyi imzalaması gerekiyor. İnternette "koşulları kabul ediyorum" diyerek tıkladığınız sözleşmeleri, "tümünü görüntüleyemedim", "bende pop-up ekran çıkmadı", "sözleşme 30 değil 20 maddeydi" vb. gerekçelerle inkar edebilirsiniz. Şu sıralar Türk e-ticaret sitelerinin en büyük problemlerinden biri bu. Alıcıya mobil imzayla sözleşme imzalatarak kendilerini garanti altına almaya çalışıyorlar. Aman derim! Hiçbir satış sözleşmesine iyice okumadan imza atmayın. Çünkü mobil imza, kanuna göre gerçek imza ile eşdeğer.

NOT 2: Bloguma adını vermeden yorum yazan ve Gittigidiyor.com'a sataştığımı düşünen okuyucuma, bu yazının EBay'in ceza aldığı haberi üzerine görüşlerimi ve tecrübelerimi paylaşmak üzere yazılmış bir metin olduğu notunu yazmak istedim. İnternette içerik sağlayan herkes (ben de dahil), yayınlanan içeriğin yasalara ve genel ahlak kurallarına uymasından sorumludur. "Elimizde değil", "denetleyemiyoruz", "önleyemiyoruz" türünden bahaneler olamaz. Kötü niyetli içerik yazan kullanıcılar yüzünden kapanan veya yasal mercilerle sorun yaşayan forum sitelerinin editörlerinin sıkıntılarını hatırlayalım.

29 Haziran 2008 Pazar

"Aşşkımız bitti" Cafe



Daha önce Teşvikiye Aşşk Cafe'deki panini maceramı yazmıştım. Bugün de aynı mekandaki dereotu maceramı yazmak istiyorum. Aslında işletmeden çok personelden kaynaklanan bir heyecan yaşadım. İşletmeci tatilde her halde...

Efendim, Nişantaşı, Tünel gibi şehrin "hip" merkezlerindeki "hip" kafelere çoğunlukla öğrenci, mesleği garsonluk olmayan, eli yüzü düzgün çocukları alırlar. Bunların pek azı turizm okulundandır. Pek çoğu orta halli ailelerin, kendi harçlığını kendi kazanan çocuklarıdır. Bazıları yabancı dil bile bilir. Mesela House Cafe'dekilerin ayda 1.500 YTL+bahşiş kazandığını öğrenmiştim geçenlerde. Gelelim sadede. Efendim, bu tahsili de özgüveni de yerinde garsonlar, zaman zaman kimin müşteri olduğunu karıştırabiliyorlar. Mesela macchiatonuzun sütü az diye yakınsanız, size macchiato'nun nasıl içileceği konusunda " ders" verebilirler... Ya da herhangi bir sorununuz olduğunda çok "yaratıcı" çözümler bulabilirler. "Allah allah" dersiniz, "nereye geldim ben?" Sonra ergenlik yaşında çocuğunuz olmadığı için şükredersiniz. Ya da sizinkiler size bu sekilde cevap vermediği için... Buraya kadar anlattıklarımın Aşşk Cafe ile ilgisi yok. Bu tarz yerlerin servis standardını tanımlıyorum kısaca...

Öğle yemeği saatini çok geçirmiştim, hava çok sıcaktı, kendime Reasürans Çarşısı'nda gölge bir yer aradım. Aşşk Cafe sakin ve serin görünüyordu. Oturdum. Menüden adı Deniz olan somonlu sandviçi seçtim (Diğerlerinin adları Süleyman, İsmail, Osman falan diye gidiyordu... İçinden kıl çıkar diye tırstım (!?)). Çıtı pıtı garson kızımıza sordum:
- Somonun üstüne biraz dereotu koysunlar, olur mu?
- Somonun yanında yeşillik var efendim.
- Ne var yeşillik?
- Yeşillik işte. Kıvırcık, maskolin falan.
- Tamam, ama ben üstüne biraz dereotu istiyorum.
- Bakayım, mutfakta varsa koyarlar.
- Bu mevsimde mutfakta dereotu yoksa, dükkanı kapatın siz (Garsona yapılmaması gereken espri!!!)

Söylemesi ayıptır, sandviçin yanına bira söylemiştim. Biram yarıyı geçtiğinde sandviçim geldi. Üzerinde "eser miktarda" kıyılmış dereotu. Ve yanında da lahmacuncu usulü ince ince kıyılmış yeşilliklerle... Kızımız açıkladı:
- Mutfaktakiler bütün yeşillikleri kıyıp karıştırıyorlarmış. Kıyılmışların içinden sizin için ayırdık.

Vaaay, çok etkilendim. Benim için kıyılmış maydanoz, dereotu ve yeşillik karışımının içinden "eser miktarda" seçip ayırmışlar. Bütün yeşillikleri toptan kıyıp, karıştırıp salata falan istediğinizde birazını size veriyorlar işte... Az biraz mutfak işlerinden anlayan herkes, yeşilliklerin yıkandıktan ya da doğrandıktan sonra hemen tüketilmesi gerektiğini, saklanacaksa da kuru ve bütün olarak buzdolabında tutulması gerektiğini bilir. Aşşk Cafe'nin mutfağındakiler hariç...

Sandviç çok güzeldi ama, buraya kadarmış. Aşşkımız bitti...


NOT: Yukarıdaki resmi Pumpkin & Spice adlı bir blogdan aldım. Harika bir blog. Yemeğe meraklı olanlara tavsiye edilir.

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Çok yaşa Illy: Espressamente!



Kanyon'da metro girişindeki bir dükkanın açılmasını aylardır bekliyordum. Sonunda açıldı: Espressamente. Sabahları Kanyon Starbucks ile yaşadığım take away kahve kabusunun üzerine ilaç gibi geldi. Bu hafta henüz take away servisi başlamamıştı ama sanıyorum haftaya başlatırlar.

Yukarıdaki resim başka bir Espressamente'nin resmi. Espressamente, Türkçe'de 'çabucak' demek. 'Açıkça' olarak çevrilebilecek ikinci bir anlamı daha var. İtalyan kahveci Illy'nin kahve mağazası. Fakat tasarımı ve sunumu daha Avrupai (haliyle...)

Kanyon'dan tam metroya girişte, köşede kalmış minik dükkanlardan biri olmakla beraber, Espressamente'nin kısa zamanda favori olacağından hiç şüphem yok. Çünkü 19 Mayıs'ta başlayan sigara yasağı nedeniyle, Kanyon içinde sadece belli noktalarda sigara içilebiliyor. Bunlardan biri de Espressamente'nin yakınındaki bankların olduğu açık alan. İnsanlar doğal olarak bu civarda sigara içiyor. Yanında bir kahve de isterler herhalde...

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Kraliçe'nin patikleri



Geçen hafta, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth'in Türkiye ziyareti boyunca yaptığı her şeyi saniye saniye medyadan izledik. Onu yedi, bunu giydi, şuna baktı, bunu sordu... En ciddisinden en magazin ağırlıklı olanına kadar tüm yayınlar, istisnasız gündemine bu konuyu aldı. Tatlı Hayat magazine pek itibar etmez. Ancak Kraliçe'nin ziyaretinden aklımda kalan bir küçücük noktayı aktarmadan geçemeyeceğim. Kraliçe, ziyareti sırasında Bursa'da Yeşil Cami'ye gitti. Adetlere uygun olarak camiye girerken başını bir eşarpla örttü ve ayakkabılarını çıkardı. Sonra yanında getirdiği beyaz patiklerini çorabının üzerine giydi (giymiş, biz basından izliyoruz...). Meşhur TV programlarında bu konu konuşulurken, Müjde Ar da bombayı patlattı, 'belki Kraliçe'nin ayakları kokuyordur' dedi. Ertesi gün bütün basında "Müjde Ar gaf yaptı" haberleri yer aldı. Lafı uzatmadan sadede geleyim: Günümüz kadınlarının ve erkeklerinin artık giyim-kuşam adabına özen göstermediğini ve görgü kurallarını takmadığını (aslında bilmediğini) gözlemliyorum. Oysa çoğu kuralın çıkışı böyle zarif insanların zarif davranışlarından kaynaklanır. Bana göre Kraliçe'nin umuma açık bir yerde ayakkabısını çıkardıktan sonra üzerine beyaz patik giymesi son derece zarif ve düşünceli bir davranış. Zira biz camilerde terli ayakkabılarımızı kapıda bırakır, terli ayak ve çoraplarımızla üzerinde dolaştığımız halıların üzerine oturur, sonra da namaz kılarken yüzümüzü dayarız. Kimse benim ayağım terlemez, kokmaz demesin. Belki Kraliçe'nin ayakları kokutuğu, belki üşüdüğü için giymiştir patikleri (kabul günlerine giderken bazı kadınlar da kendi patiklerini götürür ya yanında...). Belki fazlasıyla titizlikten, "aman ayağım değmesin" diye giymiştir. Belki de "insanlar burada ibadet ediyor, ayağımla basmayayım" diye düşünceli davranarak patikleri giymiştir. Her ne olursa olsun çok şık bir davranış oldu. Bence bundan sonra camide Cuma'ya giden erkekler de böyle yapsın. Özellikle yaz aylarında herkes çorapsız gezerken...

Seneler önce doğum gününe davet edildiğim bir ünlümüzün, duvardan duvara beyaz halı kaplı evine girerken yardımcısının "ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok" dedikten sonra hastane tipi mavi naylon galoşları elime tutuşturmasını hatırladım da... Bir salon dolusu ayağı galoşlu davetli düşünün. Görgülülük-görgüsüzlük meselesini açma gereği oradan geldi...

26 Nisan 2008 Cumartesi

Dünya Fikri Mülkiyet Günü'müz kutlu olsun!



Tasdix Müşteri Hizmetleri dün Dünya Fikri Mülkiyet Günü'müzü kutlayan bir e-posta göndermiş.

"Copy-paste çıktı, mertlik bozuldu" türünden sızlanmaları sürekli duyarım. Özellikle biz blog yazarları arasında. Araştırırsınız, incelersiniz, fikir üretirsiniz, oturup yazarsınız. Sonra birileri sizin yazınızı (uğraşınızı, emeğinizi, yaratıcılığınızı... nasıl adlandırırsanız) kopyalar. Ya da başka bir ifadeyle: "fazlaca esinlenir". Bana sorarsanız mertlik, fotokopi makinesi çıktığinda bozulmuştu... Hepimiz için yapılacak bir tek şey var: Fikri mülkiyete saygı duymak ve duyulmasını sağlamak. Yani zihinsel üretim sürecinden geçerek hazırlanan her şeye (yazı, fotoğraf, resim, senaryo, film, müzik, grafik tasarım, endüstriyel tasarım, marka, patent vb.) yaratıcısının emeğinden dolayı saygı duymak, saygı göstermek. Bu konuda işleyen hukuka uymak, uymayanlara itibar etmemek.

26 Nisan Dünya Fikri Mülkiyet Günü nedeniyle konuyu açma gereği duydum. Birleşmiş Milletler'e bağlı Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) bu konuya dikkat çekmek için 2000 yılından bu yana böyle bir günün kutlanmasını teşvik ediyor. Çünkü endüstriyel kalkınmanın da temelinde yaratıcı düşünce var, buluş var, icat var... Yaratıcı üretim yapanlara saygı duyalım. Dünya Fikri Mülkiyet Günü'müz kutlu olsun!

14 Nisan 2008 Pazartesi

Adınızı hatırlarlar, ama ne istediğinizi asla...




Sabahları erken açtıkları için Starbucks kafeleri seviyorum. İşe giderken taze çekilmiş, iyi kahve alabiliyorsunuz. Böylece iş yerinde berbat bir Nescafe ile güne başlamanız gerekmiyor. Starbucks fastfood mantığında servis yapmasına rağmen farkını "müşterisinin ne istediğini bilen, müşterisini adıyla çağıran" baristalarıyla ortaya koyma iddiasında. Bütün dünyada böyle. "Şu kırmızılı bayan" değil, "Ayşegül Hanım" diye ayırt ediliyor müşteri. Ya da "48 numara" değil, "Orhan Bey" olarak. Hoş bir şey... Bir de siparişiniz alınırken bol sütlü mü, ekstra kahveli mi, aromalı mı istediğinize dair tercihleriniz soruluyor. Hata payını önlemek için de bardakların üzerine "Ayşegül Hanım yazılıyor; double shot, ekstra köpük, tall vb. kutucuklar işaretleniyor ki, hazırlayan işaretlere baksın, yanlış yapmasın... Bir de her seferinde sorulan kritik bir soru var: Paket mi, burada mı? Hemen her sabah 07.45'te Kanyon Starbucks'tan kahve alırken söylüyorum, "paket" diye. Ekstradan ilave etmem gerekiyor: "Tam doldurmayın". Sonuç? Her seferinde ağzına kadar doldurulmuş, kapağı kapatılmış, götürülmeye hazır bir bardak.
"Aa, ben tam doldurmayın demiştim, giderken dökülüyor"
"Pardon efendim".
Hop, bardak elimden alınıyor. Kapağı açılıyor, bir kısmı lavaboya dökülüyor. Kapak tekrar kapanıyor ve elime tutuşturuluyor. Başka bir sabah ise, konuya daha yaratıcı ve müsrif bir çözüm bulan başka bir barista, hop, bardağı elimden alıyor. Bir büyük boy bardağa kahveyi döküyor. Ağzını kapatıyor ve elime tutuşturuyor. Artık bu bardak tam dolu değil... Süper çözüm!!! Bazı sabahlar da, mesela başka müşteriler varsa sırada, duymazdan geliniyor. Kanyon'dan ofise kadar döke saça götürüyorum kahvemi. Hele ayağımda topuklu ayakkabı varsa...

Şimdi alt tarafı biraz fazla doldurulmuş kahve için bu kadar tantanaya şaşıranlar olabilir. "Kadına bak, oturmuş bunu yazmış bloguna. Hüüüp diye bi fırt çek üstünden, olsun, bitsin" diyenler olabilir. Valla, o benim de aklıma geliyor. Hatta baristaların da aklına gelecek ve kahvemden hüüüp diye bir fırt çekecekler diye ödüm patlamıyor değil... Lakin kahve pek sıcak. Hüüp diye bi fırt çekemiyorum o anda.

Geçen hafta gene silme doldurdular bardağımı. "Ya, ben tam doldurmayın demiştim" diye mızmızlandım. Yine "Pardon efendim" denilerek alındı bardağım. O anda dedim ki, "Her sabah aynı şey oluyor. Paket gidecek bardakların daha az doldurulması için kiminle görüşmem lazım?" Aklıma merkezde operasyondan falan sorumlu biriyle görüşmek geldi. Ya da müşteri hizmetlerinden biriyle. Ya da kalite güvence sorumlusuyla. Ne bileyim, koca Starbucks'ta birilerinin işi de, bir şeylerin daha iyi yapılmasını sağlamaktır herhalde. Çünkü başka Starbucks'larda da oluyor aynı şey. Cevap pek manidar: "Benimle efendim"

Hikayeye dilediğiniz sonu ekleyebilirsiniz.

29 Mart 2008 Cumartesi

Çaktıra çaktıra: Reklamlar!



Yeni pazarlama trendi "ağızdan ağıza pazarlama"nın internette öncüsü blog yazarları. Bir marka, ürün ya da hizmet hakkında kullanıcıların eşe-dosta verdiği tavsiye çok değerli olduğundan, ne kadar sadık kullanıcınız varsa ve markanız tavsiye ediliyorsa o kadar önemli... Blog yazarları da okuyucularına kendi hayatlarından birşeyler anlatıp "şunu sevdim, bunu sevmedim, buna bayıldım" türünden Nur Çintaylık yapmaya meraklı olduklarından (özellikle de kadın olanlar) PR şirketleri artık blog yazarlarına da basın bülteni gönderiyor (en azından bana gönderiyorlar. Nasıl yani, ben de mi Nur Çintaylık yapıyorum acaba??). Böylece güya "çaktırmadan" blog yazarlarına malzeme sağlayarak, dolaylı da olsa müşterilerinin reklamının (tanıtımının) yapılmasını sağlayacaklar
Bu hafta İtalyanlar'ın ünlü kahvesi Lavazza'nın market raflarında satılmaya başlandığının haberi geldi. İşte, çaktıra çaktıra yazıyorum. Reklama girerse girsin... İş yerinde Nescafe içmek zorunda kalan biri olarak, bu haberin pek çok kahveseveri ilgilendireceğini varsayıyorum: Artık Migros, Macrocenter, Carrefour, Metro, Real, Kipa marketlerinde Lavazza kahve bulabileceğiz. İsteyene çekirdek kahve, isteyene öğütülmüş. Umarım Lavazza bu konuda Illy'den daha istikrarlı çıkar. Meraklıları bilir zira, Illy'nin sevdiğiniz kırmızı etiketli paketini markette bazen bulur, bazen bulamazsınız.

24 Mart 2008 Pazartesi

İnsanlar neden kalpazan olur?


Hafta sonu yaşadığım bir olay, bana "insanlar neden kalpazan olmasın ki?" dedirtti. Bu blogun konusu olmamakla birlikte, vatandaşlık görevim olduğunu düşündüğümden okuyucularıma duyurmak istedim:

Perşembe akşamı cep harçlığı, Cuma akşamı da ihtiyacım olan yüklüce parayı Levent Poll Center önündeki Garanti Bankası ATM'inden çektim. 20'lik ve 50'lik banknotlar halinde... Cuma akşamı toplu paradan 50'likler halinde ödeme yaptım. Geriye birkaç 20'lik ve 50'lik kaldı. Cumartesi günü alışveriş yaparken esnaf 20'liklerden birinin sahte olduğunu söyledi. Hafta sonu bankadan hiçbir yetkili ile konuşamadım. Polisi aradım, o bölgedeki karakolu aramamı söylediler.

Pazartesi günü Garanti Bankası'nın operasyon merkezini aradım. Serdar Güleryüz Bey asla ve katiyen bankamatiklerde sahte para bulunmadığını söyledi. Kim olduğumu, parayı nereden çektiğimi, kaç sahte banknot olduğunu falan hiç sormadı. Bu konuda ne yapmak istiyorsam, yapmamı ima etti ve görüşme bitti.

Gültepe Polis Karakolu ise, parayı şahıstan almadığım için yapabilecekleri hiçbir şey olmadığını ve istiyorsam Şişli Adliyesi'ne gitmemi söyledi.

İşyerinde arkadaşlarım "Parayı bankadan aldığın ne malum? Hiçbir yere varamazsın" dedi.

İki gün boyunca sadece bankadan çektiğim 20'lik ve 50'lik banknotlar cüzdanımdaydı. Başka yerden para çekmedim, başka kimseden para almadım. Ufak tefek harcamalarımda para üstü olarak 5 ve 10'luk banknot aldım. O banknotlar arasında sahte para yoktu. Bu nedenle sahte 20'liğin ATM'den çekilen paranın içinden çıktığına eminim.

Bu meselede, sahte 20'lik nedeniyle hiçbir yerden hiçbir hak iddia edemeyeceğim. Meseleye benim açımdan bakacak olursak, "Allah kahretsin, bir sinema parası zayi oldu" diyeceğim, konu kapanacak.
Meseleye banka açısından bakacak olursak, "Bizde asla sahte para olmaz, çok sıkı kontrol ediyoruz. Vatandaş yalan söylüyor (kibarcası 'yanılıyor')" diyecekler, konu kapanacak.
Meseleye polis açısından bakacak olursak, "Ortada suçlu yok, varsa da üst makamdan bize talimat verilmedikçe yapacak bir şey yok" diyecekler, konu kapanacak.

Bu durumda insanlar neden kalpazan olmasın ki? Marifet büyük miktarda sahte para basıp piyasaya parça parça sürmek.


ÖZET: Benim mızmızlanmamı boşverin, bankadan çektiğiniz parayı bile kontrol edin. Sahte paraların rengi biraz daha soluk, yanardöner renkleri bozuk ve kağıdı fazlaca kaygan. Hikayemi duyan kişilerin, bana anlattıkları arasında şu hikayeler var: Taksiye bindiğinizde şoföre 20'lik ya da 50'lik uzatıyorsunuz, "bu para eksik", "bozuk yok mu?" vb. bahane ile size çaktırmadan başka bir banknot veriyor. İndiğinizde (epey sonra) şoförden aldığınız paranın sahte olduğu anlaşılıyor.
Bir diğer hikaye ise bankada memurların gözünden kaçan sahte paralar, sorumlusu memur olacağından ve maaşından kesileceğinden, (memurlararası örnek bir dayanışma ile) çaktırmadan ATM'lere yerleştiriliyormuş. Ne kadar az miktarda olursa, fark edilmesi o kadar zor oluyormuş.
Aman gözünüzü dört açın...

3 Mart 2008 Pazartesi

Acaba romanı daha mı güzeldir?




Geçen hafta ifİstanbul Film Festivali'nin uzatıldığı ve bazı filmlerin yeniden gösterileceğinin bilgisi geldi. Hiçbir e-postaya spam demeyip hepsini okursanız böyle bir duyurudan sabah 9'da haberdar olabilirsiniz. No Country For Old Men (İhtiyarlara Yer Yok) için bilet aldım. Merak ediyordum ama görmek istediğim filmler sıralamasında en üstte değildi... Oscar sürprizi üzerine önceliklerimi değiştirdim.

Kişisel düşüncem, Oscar ödüllerinin Amerikan halkının ortalama beğenisini yansıttığı, akademi üyelerinin oylarının ise palavra olduğu yönünde. Bazen hissi davranabiliyorlar. Beğenileri savaş-barış temasını işleyen filmlere kayabiliyor, fakat genellikle akademi üyelerinin ortalama Amerikan vatandaşı neyi beğeniyorsa ona oy verdiğini biliyorum. Siyahi oyuncuların ancak 20. yüzyılın sonunda bu ödüle layık görülmesi, Avrupalılar'ın da sinema yapabildiğine şimdi şimdi ikna olma... Tipik Amerikalı kafa yapısı işte...

Geçen hafta Pazartesi sabahı Oscar ödülleri sonrasında bütün gazetelerin başlıkları "Oscarlar Avrupalılar'a gitti" şeklindeydi. No Country For Old Men'deki rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü kazanan İspanyol Javier Bardem ve en iyi kadın oyuncu ödülü kazanan Fransız Marion Cotillard'ın yanı sıra İrlanda vatandaşı olan Daniel Day Lewis de "Avrupalı" olarak anılıyordu. No Country For Old Men, bunun dışında en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi uyarlama senaryo ödülü de aldı. Yani 4 Oscar'li, 5 yıldızlı bir film (yıldızları ben verdim).

Türk sinemalarında bu Cuma günü (7 Mart 2008) gösterime girecek filmin kısaca konusu şöyle: Eski bir Vietnam gazisi, Meksika sınırına yakın bir bölgede uyuşturucu dolu kamyonetler ve cesetler bulur. Bir de içinde 2 milyon dolar para bulunan bir çanta. Çantayı alır, karavanda yaşadığı sefil hayatına bir çeki düzen vermek niyetindedir. Fakat bu kadar kan ve kurşun dökülmüşse, birilerinin çantayı aramaya geleceği muhakkaktır. Tabii peşine düşenler de toplarını komşunun bahçesine kaçıran ilkokul çocukları değildir... Kasabanın "namuslu" şerifi Tom Bell (Tommy Lee Jones) gün geçtikçe artan şiddet ve suç oranı nedeniyle mesleğinden iyice soğumuştur. Ne Vietnam gazisi, ne peşindeki(ler), kanun adamlarının işlerine karışmasını ister. Görülecek bir hesap vardır, bir kaçan ve bir de kovalayan. Kovalayan kim, tahmin edersiniz. Javier Bardem, mafyanın parasının peşine düşen psikopat katil rolünde. Film boyunca tabanca yerine kullandığı hastane tüpü, korkunç çirkin saç modeli ve Terminatörvari soğukkanlılığıyla tempoyu kah yükseltiyor, kah düşürüyor. Filmde basbayağı başrol oyuncusu olduğu olduğu halde yardımcı erkek oyuncu ödülü verdiler ya... Pes. Ben olsam almazdım.

Bir edebiyat uyarlaması film seyrettiğimde her zaman aklıma "acaba romanı daha mı güzeldir?" sorusu takılır. Özellikle romanını okumadığım filmlerde bu soru hep kafamı kurcalar. No Country For Old Men de Amerika'nın en iyi romancıları arasında gösterilen Cormac McCarthy'nin aynı adlı romanından uyarlanmış. Film şerifin ağzından zamanın ne kadar bozulduğunu anlatan "hey gidi eski günler" teranesiyle başlıyor. Sanıyorum roman da bu tema çerçevesinde acımasızlığın, gözü dönmüşlüğün, örgütlü suçun, en kendi halindeki kasabada bile insanların hayatını derinden etkileyebildiğini anlatıyor. O nedenle ilk kez "romanı daha iyi midir acaba?" diye merak etmedim. Romanı da en az film kadar iyidir. Sağlam hikaye, sağlam kurgu. Sonunda olacağı bu tabii...

Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz. Javier Bardem, Gabriel Garcia Marquez'in nazlana nazlana film yapılmasına izin verdiği Kolera Günlerinde Aşk filminde de başrol oynuyor. Basın bültenlerine göre Kolera Günlerinde Aşk da bu hafta vizyona girecek. Buyrun, onun fragmanı da burada.

26 Şubat 2008 Salı

Karizma dediğin...


Sadibey.com'da bir bölüm var: Sadi Bey'in Benzettikleri diye. Bunları da ben benzettim. Kral ve Ben'de Yul Brynner, sokakta Brad Pitt... Hangisi daha karizmatik?

24 Şubat 2008 Pazar

Hey Sweeney! Sana kırmızı çok yakışıyor...



Geçen hafta izleme fırsatı bulamadığım Sweeney Todd - Fleet Sokağı'nın Şeytan Berberi'nin etkisinden kurtulmam uzun sürdü; bu nedenle Tatlı Hayat okuyucularından gecikme için özür dilerim.

Filmin afişini görür görmez Johnny Depp'li, Helena Bonham Carter'lı klasik bir Tim Burton filmi izleyeceğimizi umuyoruz. Açıkçası filme o beklentiyle gitmiştim... Fakat çok daha fazlasını bulduğumu söylemeliyim. Sinema eleştirmenlerinin yazılarını okuduysanız, "Ed Wood'tan bu yana en iyi Burton filmi" diye yazdıklarını görmüşsünüzdür... (Niye böyle demişler, Corpse Bride ve Sleepy Hollow kötü müydü ki? Hele Big Fish?)Bana soracak olursanız, Sweeney Todd iyi bir film olmuş. Çok iyi bir film olmuş. Fakat hikayesi ve müzikleri o denli güçlü ki, Tim Burton filmi klişelerine yer kalmamış. Bunun bir Tim Burton filmi olduğunu ancak görüntülerinden anlayabiliyoruz. Şimdiki zamanda ya da geçmişte geçen tüm Tim Burton filmlerinde gördüğümüz o ilginç diyaloglar, çıkıntı kişilikler, teatral dekorlar ve kostümler bu filmde yerini sürükleyici bir siyah-beyaz bir öyküye bırakıyor. Yine Burtonvari olarak kurgulanmış mekanlar ve kostümler bu öykünün ambiansını tamamlayarak, bize opera tadında biz film izletiyor. (Söylemeye gerek yok, film müzikal)

İzlemeyenler için filmin kısaca öyküsü şöyle: 19. yüzyıl başında Londra'da berberlik yapan Benjamin Berker, güzel karısı ve minik kızıyla örnek bir aile tablosu oluşturmektadır. Ancak Yargıç Turpin'in gözü Barker'ın karısındadır ve bir yolunu bulup işlemediği bir suçtan dolayı Barker'ı hapse mahkum ettirir. Barker intikam ve ailesine kavuşma hayaliyle geçen 15 yıldan sonra sürgünden döner. Yıllar Barker'ı değiştirmiştir. Kendine Sweeney Todd adını seçer ve eski dükkanının bulunduğu Fleet Sokağı'na gider. Eski dükkanı, Bayan Lovett tarafından devralınmış ve şehrin en kötü kıymalı turtalarının (?!) satıldığı bir yere dönüşmüştür. Bayan Lovett, Barker'ı geçmişten bu yana içten içe sevmiştir. Barker'ı tanır ve intikam hislerine ortak olur. Sweeney Todd (Barker), karısının kendini zehirlediğini, kızının ise Yargıç Turpin tarafından evlat edinildiğini öğrenir, intikam ateşi iyice alevlenir. Todd intikam planları yaparken, eski çırağı şehrin havalı berberi Pirelli, Todd'u tanır ve ağzını kapalı tutmak için para ister. Todd onu susturur. İstemeden de olsa ilk cinayetini işlemiştir ve hem dikkat çekmeden, hem de hiçbir iz bırakmadan cesetten kurtulmak gerekmektedir. Bayan Lovett çaresini bulur: Londra'da et pahalıdır ve bu cesette istemedikleri kadar çok et vardır...

Todd ve Lovett işbirliği içinde uzunca bir süre, bol etli turtalar üretir. Bu arada Todd'un Londra'ya gelirken tanıdığı genç denizci, kızı Joanna'ya aşık olmuş ve onu Yargıç Turpin'den kaçırmaya karar vermiştir. Turpin ise, artık serpilip dikkat çekecek kadar güzelleşen Joanna'yı kendisiyle evlenmeye ikna etmeye çalışmaktadır. Hikaye bu noktada hız kazanır. Turpin Joanna'yı ikna edemeyince, kimseyle görüşmemesi için tımarhaneye kapatır. Denizci ise Joanna'yı kaçırabilmek için Todd'tan yardım ister. Bu, Turpin'den intikam almak isteyen Todd için kaçırılmayacak bir fırsattır...

Olaylar beklendiği gibi gelişir. Denizci Joanna'yı kaçırır, Todd yargıca Joanna'nın dükkanına geleceğini söyler ve onu dükkanına çeker. Bu arada hiç hesapta olmayan şeyler olur. Bayan Lovett'ın çırağı Todd'tan şüphelenmeye başlamıştır, komşular kötü kokudan dolayı Lovett'ın fırınında ne yaktığını merak etmektedir. Dahası Todd, karısının ölmediğini öğrenir...



Filmin genellikle sepya renginde süren akışı yer yer kanlı sahnelerle canlanıyor. Gözlerimizi kapatıp filmde neyin ne renk olduğunu hatırlamaya çalışıyoruz: Hatırladığımız iki şeyden biri Todd'un eski çırağı Pirelli'nin (Sacha Baron Cohen'in harika bir şekilde canlandırdığı sahte İtalyan karakter) mor-mavi, matador kıyafetine benzeyen giysileri, diğeri bol bol kırmızı kan. Filmi görmeyenler için afiş durumu özetliyor zaten.

Filmin kötü karakterleri göz altlarına yapılan koyu makyajla iyice masalsılaştırımış. Todd, film boyunca bembeyaz teni, abartılı göz makyajı ve saçındaki beyaz tutamıyla gözümüzü üzerinden alamadığımız bir kahramana dönüşüyor. Bana biraz Beetlejuice'taki Michael Keaton'ı, biraz da Edward Scissorhands'deki Johnny Depp'i anımsatsa da, burada gördüğümüz Johnny Depp uzunca bir süre akıllardan çıkmayacak bir karaktere dönüşmüş. Bayan Lovett'ı canlandıran Helena Bonham Carter'ın korsajlı giysileri, dağınık saçı ve parmaksız siyah dantelli eldivenleriyle hamur yoğuruşunu unutabileceğimi sanmıyorum. Filmde Johnny Depp de, Helena Bonham Carter da Alan Rickman da kendi sesiyle parçaları seslendiriyor. Bu nedenle film tam opera tadında...

Daha önce yazdığım ve sinemanın bir fantezi dünyası olduğunu kabul etmek istemeyen arkadaşlar tarafından çok tepki gören 300 Spartalı filmi eleştirimde de filmin görselliğinin beni çok etkilediğini söylemiştim. Sweeney Todd, sepya tonları üzerine kan kırmızısı efektleriyle aynı görsel dili kullanıyor. Sin City ve Ed Wood'da da aynı anlatım vardı ve her biri gerçekten izlemeye doyamayacağınız filmlerdir. Bazen bir hikayeyi abartarak anlatmak onu daha zengin yapar. Sinemacılar da abartmayı sever. Hikayeyi abartarak konuyu dağıtan, karakterleri ezen yönetmen çoktur. Diyalogları, mesajı ya da görselliği abartarak kafamızı karıştıranlar da çoktur. Burton'ın olabilecek her şeyi abarttığı halde bu hatalara düşmemesinin sebebi, zaten tüm filmlerinin birer masal (ya da opera) kurgusunda olması ve bizim sinema koltuğuna oturduğumuz andan itibaren bunun farkında olmamızdır belki de. Gerçi Mars Attacks filmine "aman ne saçma film" diyen çok kişi tanıyorum... Saçma maçma... Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.

OSCAR ERTESİ NOTU: Sweeney Todd sadece en iyi sanat yönetmenliği dalında Oscar Ödülü kazanabildi. Perşembe akşamı ifİstanbul kapsamında No Country For Old Men (İhtiyarlara Yer Yok) filmini izleyeceğim. En kısa zamanda yorumlarımı aktaracağım. Bizi izlemeye devam edin...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails