30 Aralık 2009 Çarşamba

Yılbaşı gelmeden yapılacaklar ve son dakika yılbaşı hediyeleri

Yılbaşına bir gün var ve yılbaşı gelmeden yazmayı planladığım yazıların geciktiğini görüyorum. 1 Ocak'ta vizyona girecek CHERIE filmi için bir yazı hazırlayıp okuyucularımla paylaşmak istiyordum. Filmekimi'nde izlemiştim. İlginç bir film, yorumlarımı beğeneceğinizi umarım. Avatar, malum, herkesin dilinde, yazmasak olmaz. Amsterdam ve Rotterdam gezi yazısını kafamda bir türlü toparlayamadım, yazacak çok şey var, üstelik yüksek çözünürlüklü bir sürü fotoğrafı ayıklayıp güzel slide show'lar yapma gerekiyor. Gördüğünüz gibi listenin en sonunda...

Bu sabah eşe dosta yeni yıl kutlama kartı gönderdim. Sevgili Tatlı Hayat okurlarının da yeni yılını kutlamak istiyorum. Kartı görüntülemek için lütfen buraya tıklayın. Pingg üzerinden e-card (e-kart) göndermek konusunda daha önce yazmıştım. Bu pratik ve sevimli uygulama varken, bayramlarda ve özel günlerde mobil telefon operatörlerini zengin etmek niye?

Yılbaşı gelirken, son dakikada "ne hediye alsam" diye düşünenler için Epicurious.com'dan harika bir öneriyi paylaşmak istiyorum. Make it - Buy it adıyla harika bir konu hazırlamışlar. Sevdiklerinize nefis lezzetler hediye ederek yılbaşında onları memnun edebilirsiniz. Dilerseniz kendiniz yapın, dilerseniz hazır alın. Gerçekten de özel yiyecekler hediye etmek, hiç giyilmeyecek bir kazak, hiç beğenilmeyecek bir parfüm ya da hiç kullanılmayacak bir ajandadan çok daha fazla memnuniyet yaratacaktır. Bu listede yer alanlardan Bittersweet Chocolate and Walnut Fudge (bizdeki mozaik bisküvi pastasına benziyor, içinde bisküvi yerine ceviz var ve yapımı çok kolay)'ı tavsiye ederim. Pişirme yok, yarım saat kadar vaktinizi ayırarak yapabilirsiniz. Yok, "ben pişirme işleriyle falan uğraşamam" diyorsanız benzeri yiyecekleri İstanbul'dan satın alabileceğiniz yerler önerebilirim.

* Öncelikle Nişantaşı Akkavak Sokak 30 numaradaki Kantin'e yolunuz düşerse, ne bulursanız alın derim. Burada tatlı, kek, reçel vb. nefis gurme yiyecekler günlük olarak üretiliyor ve satılıyor. Hediye edeceğiniz kişinin damak tadına uygun bir şey mutlaka bulursunuz.

* Divan pastaneleri nefis Fransız makaronları (macaroon) yapıyor.  Size en yakın Divan'dan şam fıstıklı, çilekli, vanilyalı ya da limonlu makaron alabilirsiniz. Makaron görünüm itibarıyla da harika bir hediye olacaktır. Bir zamanlar Kitchenette'lerin girişinde ekmek ve pasta satılan bölümde de makaron gördüğümü hatırlıyorum. Tadı nasıl bilmiyorum ama tahminimce yüzünüzü kara çıkarmaz, oradan da alabilirsiniz.

* Gurme reçel için Macro Center marketlerine ve Şütte, Sanral vb. büyük şarküterilere bakın. Pek çok güzel reçel getiriyorlar. Meraklısı için harika bir hediye olabilir.

* Epicurious'un tavsiyeleri arasında Sachertorte (zaher-torte diye okunuyor) de var. Orijinali Viyana'daki Sacher Hotel'in pastanesinden alınan bu çikolatalı ve kayısı marmelatlı keki, İstanbul'da Cafe Wien'de bulabilirsiniz. Az sayıda üretiliyor ve gün içinde bitebiliyor. Önceden sipariş vermeniz gerekebilir.

* En güzelini sona sakladım: Tabii ki çikolata! Yeni yılda trüf çikolata, şampanya veya iyi şarap hediye etmek de çok hoş olabilir. Kimsenin bu tür hediyeleri beğenmeyeceğini sanmıyorum. Özel bir çikolata arıyorsanız Reasürans Çarşısı'ndaki Lindt mağazasına (ismi Chocolate Charm) uğrayabilirsiniz (Touchdown'ın koridorunda). Burada marketlerde olmayan gurme çeşitler var. 4. Levent'teki Mövenpick Hotel'in içindeki GourmeT'de enfes İsviçre çikolataları, trüf çikolatalar ve diğer gurme yiyecekler satılıyor. Buradan da zevkinize uygun birşeyler seçebilirsiniz. Bu sene şampanya ve şarap için market ve şarküterilerin pek çoğunda özel reyon hazırlanmış. Bütçenize uygun seçenekleri araştırabilirsiniz.

Umarım "tatlı" bir yılbaşı gecesi geçirirsiniz. Yeni yılda her şey gönlünüzce olsun...

26 Aralık 2009 Cumartesi

2010 saç modası: Kezban olma yeter!


Bazı Tatlı Hayat okuyucuları 2010 saç modasının nasıl olacağını merak ediyormuş. Nedir, ne değildir diye internette saç modellerini arıyorlarmış. Fazla zahmet etmeyin efendim. Ben sizin için küçük bir slide show hazırladım. Elle dergisinin internet sitesini takip ederseniz, burada saç ve makyaj trendleri hakkında sık sık yayınlanan makalelerle modada güncelliği kolaylıkla yakalayabilirsiniz.

Efendim, 2010'un en popüler trendinin omuz boyunda kesilmiş katlı saçlar olacağı söyleniyor. Asley Olsen bu modaya göre saçını kestirmiş bile... Ayrıca Victoria Beckham'ın asimetrik kesimli kaküllü saç modelindeki kesimleri görmeye devam edeceğiz.  Beyoğlu İstiklal Caddesi'nde Erdem Kıramer Akademi var. Burada eğitim gören öğrenciler caddede dolaşıp gelene geçene "bedava saç kesimi ister misiniz?" diye soruyor. Kabul ederseniz de saçınızı bedava kesiyorlar. Buradaki eğitimin bir parçası olarak "bir kadının saçı nasıl kırpılır ve buna rağmen kadının kendini kraliçe sanması sağlanır?" dersi olduğundan, tüm saç kesimleri kısa modeller oluyor. Daha doğrusu tek bir model. Eğer Victoria Beckham saç modelini beğeniyorsanız, Erdem Kıramer Akademi'de ücretsiz olarak bu modelde saç kesimi yaptırabilirsiniz.  Giden herkesin yüz ya da saç tipi ne olursa olsun, saçının sadece ve sadece bu modelde kesileceğini garanti edebilirim.

2010 trendlerine devam edecek olursak... Bu sene dağınık ve saçaklı saçın her türlüsü moda. Benim gibi saçları gür ve kuru olanlar yaşadı : ). Saç kurutma makinesiyle saçlarınızı iyice kurutursanız resimdeki gibi oluyor zaten. Bir de örgü ya da topuz yaptınız mı, tamam... Sizden havalısı yok. Kuaförler kendi aralarında boyası gelmiş, kesimi özensiz ya da şekillendirilmemiş, bakımsız saçlı kadınlara Kezban diyorlar. (Gerçekten, sokaklarda böyle kadınları görürsünüz. Özellikle de saçlarına sarı ya da kahverengi gölge attırıp, 2-3 ay sonra dipten 5-10 cm. siyahları çıktığı halde sokaklarda salına salına dolaşan genç kızlardan bol bir şeyimiz yok Allah'a şükür!) İşte sevgili okuyucular, resimlerde 2010 saç trendlerine örnekler var. Modellerden model beğenin, modaya uyun. Ama sakın Kezban olmayın, yoksa kuaförler arkanızdan neler konuşuyor, aklınız almaz...

22 Aralık 2009 Salı

Yayıncılığın geleceği hakkında bir ipucu

Daha önceki yazılarımda yayıncılığın geleceğinin dijital ortamda ve internette olduğunu yazmıştım. Dün NTVMSNBC.com'da yayınlanan bir haber ve  videoyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Resimdeki bir e-dergi prototipi. Kindle türü bir okuyucudan okunuyor ve videoyu izleyince göreceksiniz, son derece interaktif. Yazıları, resimleri büyütüyor, arama yapıyor, beğendiğiniz makaleyi e-postayla birilerine gönderebiliyorsunuz. İzleyin, bakalım beğenecek misiniz?

E-dergi haberi için buraya, videosu için buraya tıklayın.

NOT: ntvmsnbc.com videolarının bloglara embed edilememesi ne fena, değil mi? İlgililere teessüflerimi iletirim...

NOT 2:  Okuyucularım için hiçbir zahmetten çekinmem. Yılmadım, videoyu buldum. Keyfini çıkarın...

19 Aralık 2009 Cumartesi

Bir çeşit stollen: Kerststol

Birkaç gün önce Amsterdam ve Rotterdam'ı kapsayan Hollanda gezisinden döndüm. Avrupa'ya Aralık ayında gittiğinizde şıkır şıkır ışıklarla donatılmış Noel'i bekleyen bir şehir göreceğinizi umabilirsiniz. Noel için pek fazla hazırlık yapıldığını söyleyemem. Birkaç şık mağaza dışında abartılı bir aydınlatma ya da süs göremedim. Tam dönmekte olduğumuz gün, Amsterdam'da meydanlardan birinde kablo döşeyen adamlar vardı. Belki kraliçe kızmıştır: "Ortada ekonomik kriz var, cayır cayır elektrik harcanmayacak, kutlamalar daha mütevazı olacak" demiştir. Hollanda gezi notlarımla ilgili yazılarıma devam edeceğim.

Bugünkü yazım, kaldığımız küçük oteli işleten Çinli gençlerin sabahları kahvaltıda sunduğu kerststol ile ilgili. Kerststol, Hollanda dilinde bir kelime. Almanlar'ın Noel zamanı yaptıkları meşhur meyveli kek stollen'e benzeyen bir kek. Avrupa'da adet olduğu üzere, Noel zamanı yapılıyor ve ikram ediliyor. Hollanda'ya özgü olanın (kerststol) özelliği, içinde ev yapımı badem ezmesi (marzipan) olması. Ayrıca hamurunda  kuru üzüm, portakal kabuğu şekerlemesi vb. kuru meyveler olduğundan oldukça lezzetli bir kek. Yılbaşı yaklaşırken Türkiye'de de Macro yada büyük Migros'larda satışa sunuluyor. İtalya'da bu keke Panettone diyorlar ve kek kalıbında pişiriyorlar. Kuzey Avrupalılar ise ekmek gibi yapıyorlar ve resimdeki gibi dilimliyorlar. Bu resmi Trimcraft adında bir İngiliz sitesinden aldım. Martha Stewart'ta ve Epicurious'ta da farklı stollen tarifleri var. Trimcraft'ın reçetesini sizler için çeviriyorum. Dileyen mayalı ya da mayasız yapılan stollen çeşitlerini deneyebilir.

Malzemeler:
450 gr. un
85 gr. sıvı yağ ya da tereyağ
85 gr. şeker
1 çay kaşığı tuz
1 paket kuru maya
200 ml süt
1 büyük yumurta
85 g. vişne şekerlemesi
75-150 gr. karışık meyve şekerlemesi (kuru üzüm, portakal kabuğu, limon kabuğu, incir şekerlemesi vb.)
Dilerseniz hamura eklemek için biraz ceviz, fındık ya da badem
Hollanda usulü yapmak isterseniz içine koymak için badem ezmesi
Süslemek için biraz pudra şekeri

Hazırlanışı:
Stollen hamuru hazırlamak için ekmek yapma makinesi kullanabilirsiniz. Makineniz yoksa elde yapmak da mümkün (eskiden makine mi vardı?). Bu reçeteyi aldığım sayfada hamurun makinede yoğurulup kuru meyvelerin sonradan eklendiği yazılıyor. Dileyenler bu şekilde makinede yapabilir.

Tuz, yumurta, yağ ve unu karıştırarak hamuru hazırlayın. Dilerseniz biraz tarçın da ekleyebilirsiniz. Mayayı hazırlamak için sütü biraz ısıtın ve parmağınızla dokunduğunuzda elinizi yakmayacak bir sıcaklığa getirin (kabaca 30 dereceye karşılık geliyor). Süte şeker ve kuru mayayı ekleyip karıştırın ve mayalı sütü de hamura ekleyin. Hamur  düzgün bir doku alana kadar yaklaşık 10 dakika yoğurun. Elde ekmek yapanlar için stollen hamurunun ekmek hamurundan daha yapışkan bir hamur olduğunu belirteyim. Bu nedenle yoğururken daha fazla un eklemeyin.

Mayalı hamuru 10 dakika kadar ılık bir yerde dinlendirin, hamur biraz kabaracaktır. Tekrar 10 dakika kadar yoğurun ve 15 dakika kadar dinlendirin. Bu noktada kuru üzum ve diger meyve şekerlemelerini ekleyin, iyice karışmaları için hamuru biraz daha yoğurun ve 10 dakika daha dinlendirin.

Hamurunuz dinlenirken badem ezmesini hazırlayın. 2-3 cm. çapında, yaklaşık 25 cm. uzunluğunda bir silindir gibi sekil verin. Hamuru merdane ile hafifçe  açın ve marzipan şeridini içine koyun. Marzipan ortada kalacak şekilde hamuru kapatın. Önceden 190 dereceye ayarlanarak ısıtılmış fırında 25 dakika pişirin.

Fırından çıkarıp soğuttuğunüz stollen'in üzerine pudra şekeri ekleyerek süsleyebilirsiniz. Bu kek kolay kolay bayatlamadığı için, hava geçirmez bir ambalajda (örneğin naylon torba ya da buzdolabı kabı içinde) bir hafta kadar kalabilir.


NOT: Malzemeler gr. cinsinden verilmiş. Evde mutfak tartınız yoksa, 450 gr unun 450 ml (2 su bardağından biraz fazla) 85 gr. şekerin de yaklaşık 85 ml (yarım su bardağından biraz eksik) bir ölçüye denk geldiğini düşünebilirsiniz. Daha hassas bir çevrim yapmak için buradan yararlanabilirsiniz.

NOT 2: Marzipan (badem ezmesi), portakal kabuğu, incir ya da vişne şekerlemesini pastanelerde bulabilirsiniz.

12 Aralık 2009 Cumartesi

Tarabya'da stil ve lezzet: Kaffa


Koleksiyon Mobilya'nın Tarabya'daki binalarına yolunuz düştü mü hiç? Maslak'tan Sarıyer'e inen yokuşta sağdadır. Koleksiyon'un ev ve ofis mobilyaları burada teşhir edilir. Mobilya alacağınız yoksa hiç gitmemiş olabilirsiniz, ama şimdi tam da havalar kapalıyken herhangi bir alışveriş merkezi yerine Koleksiyon'a gitmenizi önerebilirim. Birincisi hepsi modern tasarıma sahip olan Koleksiyon koleksiyonunu (kelime oyunu gibi oldu : )) müze gezer gibi zevkle gezebilirsiniz. Özellikle Koleksiyon Home'da gezerken ev döşeme ve renk kombinleri konusunda epey fikir edinebilirsiniz. İkinci iyi neden de Koleksiyon Home bölümündeki harika kafe: Kaffa.

Koleksiyon'u gezen ziyaretçiler için hayata geçirilen  Kaffa, dışarıdan gelen müşterilere de açık. Kafenin adı enteresan, kahvenin ilk keşfedildiği ve dünyaya yayıldığı Habeşistan'daki bölgeden esinlenilerek konmuş. Adı Kaffa olan bir yerin hakkını veriyor, kahvesi gerçekten çok güzel. Fakat bunun ötesinde ben kafenin konseptini çok beğendim: Modern, dünyaya açık ve rafine. Elbette bu konsept, Koleksiyon'un tasarım anlayışını da yansıtıyor. Yeşillikler içindeki Koleksiyon Home binasındaki çatı pencerelerinden gökyüzüne ve ağaçlara bakarken, Koleksiyon markalı masa ve sandalyelerde oturuyor; Koleksiyon'da satılan tabak, çanaklarla yemek yiyorsunuz. Kaffa'nın işletmecisi Sara Tabrizi her gün taze yiyeceklerden günlük bir mönü oluşturuyor. Tüm yemeklerde organik zeytinyağı kullanılıyor. Mönü belli bir mutfağın yemeklerinden oluşmuyor, Uzakdoğu'dan Fransız mutfağına kadar farklı lezzetlerle karşılaşabilirsiniz. Örneğin ben gittiğimde körili tavuk ve hindistan cevizi sütüyle pişmiş pilav vardı, tatlı olarak ise elmalı crumble ve dondurma. Kafenin mutfağı açık olduğundan günlük pişirilen kurabiye ya da tatlıların kokusu hafif hafif tüm salona yayılıyor. Müzik, ambians, nefis kokular, nefis yemekler...  Kapalı havalarda yapılacak daha iyi bir şey bilmiyorum, ya siz?

NOT 1: Kaffa'da sabahları kahvaltı veriliyormuş. 'Sebzeler bahçeden, yumurtalar bahçedeki tavuklardan' yazıyor basın bülteninde. Koleksiyon'un arkasında gizli bir cennet mi var? Öğrenince buraya ekleyeceğim.

NOT 2: Mağazada Kolesiyon'un kurucusu Faruk Malhan'ın Tekirdağ'daki bağında yetişen üzümlerden Gülor'a özel olarak ürettirdiği Risus şaraplarının satışı da yapılıyor. Gitmişken birkaç şişe almadan dönmeyin.

11 Aralık 2009 Cuma

Biz eskiden...


Dün evde eski cep bilgisayarımı buldum. 2000 yılında satin aldığım Handspring Visor Deluxe. 8 MB hafizası var, siyah-beyaz, kalem pille çalışıyor. Ajanda, adres ve telefon defteri olarak kullanmanın ve arada oyun oynamanın dışında pek bir işe yaramıyor. O zamanın parasıyla 399 USD ödeyip almıştım. 2001 krizinde dolar fırladığında, ne kıymetli, ne şımarık bir oyuncak haline gelmişti.

Cep bilgisayarımı yeniden kurcalamaya başladığımda eski anılarımı hatırladım. O zamanın ileri teknolojisi olarak bu Visor ile neler yaptığımı yazayım, okuyucularım da biraz tebessüm etsin istedim:

* Visor, Palm OS 3 ile çalışıyordu ve herhangi bir şey yüklemek için Palm Desktop diye bir masaüstü uygulamasını kullanmanız ve USB cradle aracılığıyla bilgisayarınıza senkronize etmeniz gerekiyordu. Aynı şekilde Visor'dan herhangi bir bilgi almak için de senkronize ediyordunuz. Bu yüzden benim iş yerimde ayrı, evimde ayrı iki masasüstü uygulaması yüklüydü.

* Palm Desktop çok başarılı bir uygulamaydı, hala öyle... Buna alıştıktan sonra Outlook'u hiç sevemedim. Palm Desktop ücretsiz, denemenizi tavsiye ederim.

* Visor (ve tüm Palm'lar) dokunmatik ekranlı (touch screen) cihazlardı. Minik bir kalem yardımıyla ekrana el yazısı yazardınız, yazınızı tanırdı. Bu nedenle mikroskobik klavyeyle yazı yazmaya çalıştığınız pek çok cihaza göre daha pratik bir aletti.

* Visor'da kızılötesi (IRDA) veri iletimi özelliği vardı. Birisine kartvizit ya da telefon numarası vermek için kızılötesi bir cep telefonuna yaklaştırıp BEAM diyordunuz, sizin dijital kartvizitiniz anında karşınızdaki kişiye iletiliyordu. Şimdiki Bluetooth'la dosya paylaşmaya benzer bir yöntem. Fakat ne yazık ki o zamanlar pek çok kişi cep telefonunun neresinde kızılötesi göz var, bilmiyordu bile...

* Bir keresinde şehir dışında bir röportaja gitmiştim. Yazıyı acilen tamamlamam gerekiyordu. Dönüş yolunda röportaj kasetini çözdüm ve metni el yazısıyla Visor'a  yazdım. Ofise dönünce Visor'ı ofis bilgisayarına senkronize ettim, oldu-bitti...

*Handspring firması inovatif bir şirketti. Visor'ların tepesinde bir kapak vardı. O kapak çıkarılıp Spring Module denilen parçalardan biri takıldığında cep bilgisayarınız GPS olabiliyordu, cep telefonu olabiliyordu, MP3 çalar olabiliyordu vs. vs. Tabii o zamanlar iPod falan yoktu. Çok havalıydı çoook... O modüller yurt dışından sipariş ediliyordu.

* Palm cihazlar öyle zırt pırt internete girebilen şeyler değildi. AvantGo diye bir sistem vardı. Bir çeşit RSS. Beğendiğiniz bir siteye üye oluyordunuz (örneğin CNN ekonomi haberleri). Her senkronizasyonda son haberleri cep bilgisayarınıza yüklüyordu. Böylece siz de yolda falan haberleri okuyabiliyordunuz. Tabii geçen haftanın haberlerini okumak istemiyorsanız, sık sık senkronizasyon yapmanız gerekiyordu. Ben o zamanlar Time Out İstanbul'da çalışıyordum ve iş yerim Bebek'teydi. İşe giderken yolda Visor'dan haberleri okuyabilmek için evden çıkmadan önce bilgisayarımı açıp, internete bağlanıp (o da başlı başına bir işti) senkronizasyon yapıyordum. Böyle çılgın bir şeydi işte...

* İlk çıktığında cep bilgisayarlarını insanlar çok sevmişti. Bazı küçük uygulamalar yükleyip yeni fonksiyonlar kazandırabiliyordunuz. Örneğin İngilizce-İspanyolca sözlük yüklüyordunuz, alın size sözlük. E-book (elektronik kitap) yüklüyordunuz, cep kitabı oluyordu. Harita yüklüyordunuz, harita oluyordu. Bazıları paralı, bazıları parasızdı. Bunlar iyi hoş şeylerdi fakat öğrendiğime göre en çok cep bilgisayarını doktorlar satın almış, çünkü hasta bilgilerini ceplerinde taşımalarına olanak veriyordu.

* Cep bilgisayarlarına e-book yükleyip okuyabilme fonksiyonuna kafayı takmıştım. Bazı kitapları Türkçe e-book olarak yayınlamak için yayıncılarla görüştüm. Onlar da PDF kitaplara kafayı takmıştı, kitabın görselliği korunuyordu, kitabın parayla satılması gerekiyordu : ). Olmadı... 10 sene sonra Kindle diye bir şey var artık. Kitabın hem görselliği korunuyor hem cepte taşınıyor hem de kitap hala parayla satılabiliyor.

* Cep bilgisayarlarına o zamanlar city guide'lar (şehir rehberi) yükleniyordu. Örneğin Roma'ya mı gideceksiniz, Roma guide'ını yüklüyordunuz, restoranlar, müzeler, oteller.. nasıl gidilir, hangi tramvaya binilir vb. size ne lazımsa tüm bilgileri cebinizde taşıyordunuz. Bu hafta yurt dışına gideceğim, yıllar sonra yeniden cep bilgisayarıma bir şehir rehberi yükledim. Tıkır tıkır çalışıyor. Aslında biraz yavaş ama olsun, ne de olsa o, yaşayan bir dinozor sayılır...

NOT: Resimdeki daha yeni nesil bir cep bilgisayarı olan Palm Zire. Cep bilgisayarında şehir rehberi neye benziyor diye görmeniz için koydum. Basit ama işlevsel. Orada burada atılmış bir cep bilgisayarınız varsa, yolculuklarda elektronik bir city guide olarak kullanabilirsiniz. WCities'de Siyah-beyaz ve haritasız olan guide'lar ücresiz.

10 Aralık 2009 Perşembe

Yılbaşı için hediye önerileri

Bu sene yılbaşı yaklaşırken vitrinlerde pek ilginç bir şey göremiyorum. Yılbaşında hediye alışverişi yapmak adetinde değilim ancak vitrinlere bakmayı seviyorum. Yılda bir kez, bütün mağazaların allanıp pullanıp alışveriş için insanlara gaz verilmesi hoşuma gidiyor. Fakat dediğim gibi bu sene vitrinlerde pek ilginç bir sey yok, üstelik geçen sene bu zamanlarda indirime girdiğini bildiğim bazı mağazalarda indirim de yok...
Tatlı Hayat'ın temasını yenilediğimde yeni açılan reklam alanlarından birine  eklediğim İtalyan mağazası Forzieri'nin web sitesinde dolaşırken, resimdeki çantayı gördüm. Bu krokodil çantanın üç rengi var ama ben bu papaya sarısını beğendim. Fiyatı 133 Euro. İçinde ince bir zinciri var, dilerseniz omuzunuza da asabiliyorsunuz. Forzieri Türkiye'ye gönderim yapıyor. Dolayısıyla "sepete at" butonuna basmanız yeterli. Size başkasının bunları hediye etmesini istiyorsanız bir dilek listesine (wishlist) ekliyorsunuz ve ilgili kişilere dilek listenizi gösteriyorsunuz.

Oldukça lüks markalar ve ürünler satan Forzieri'de kadın ve erkek aksesuvarlarının yanı sıra dekoratif ev eşyaları da var. Yılbaşı hediyesi almaya (ya da bakmaya) niyetlenenlerin harika seçenekler bulacağına eminim.

Avrupa ve Amerikan sitelerinin çoğunda çılgınca yılbaşı alışverişi kampanyaları var. Yılbaşında herkes bir başkasına hediye alır. Dolayısıyla "giymeden almam, denemeden almam" diye bir durum yok. Bizim büyük mağazalarımızda neden böyle internetten satış olmadığını anlamıyorum. Mesela Harvey Nichols  internetten tüm Türkiye'ye satış yapsa fena mı olur?

NOT: YKM'nin web sitesinden hediyelik eşya alınabiliyor fakat sitede kategorize etme ve arama fonksiyonları çok zayıf olduğundan aradığınızı bulmak için epey dolaşmanız gerekiyor.


7 Aralık 2009 Pazartesi

İlle de fast food yiyecekseniz: Nordsee

Hafta sonları alışveriş merkezlerinde kendini McDonald's ya da Burger King'e götürtmek için ağlayan, tepinen çocuklar görürüz ya hani... Çocukların fast food ile tuhaf bir ilişkileri var günümüzde. Fast food'a bayılırlar, taparlar. Fast food bir çeşit ödüldür, arzu nesnesider, ne kadar yeseler doymazlar... Anneler babalar istemezler çocuklarının her fırsatta fast food yemelerini, fakat madem söz dinletilememiştir ve Burger King'e gidilmiştir (mesela), oldu olacak baba da şu double whopper menüden yiyiversindir bugünlük... Böyle diye diye kim kimi kandırır bilmem. Doktorları kandıramadığımız kesin: Tüm dünya obezite, şeker, kolesterol, kalp ve tansiyon sorunlarıyla boğuşmaya başladı. Bir numaralı suçlusu: Fast food.

Geçenlerde Türkiye'deki ilk şubesini Beyoğlu'nda açan Nordsee'yi görünce aklıma hemen bloguma yazmak geldi. İlle de fast food yenecekse, balık yensin. Nordsee franchise bir işletme olarak pek çok yeni şube açmaya hazırlanıyormuş. Beyoğlu'ndaki şubesi oldukça temiz ve dingin. Bangır bangır müzik yok, dekorasyonu pek de fast food restoran konseptine benzemiyor. Avrupa'daki şubelerde balığın yanında verilen bira ya da şarap için Türkiye'de ruhsat alınamıyor. Bu nedenle eskiden aynı binada hizmet veren İstavrit ile binayı ortak kullanmaya karar vermişler. Üst katta İstavrit'in mekanında biranızı içebilirsiniz.

Nordsee'de fiyatlar hem ucuz, hem pahalı. Ekmek arası balık ya da karides, yanında ücretsiz içeceğiyle 8-9 TL civarında. Fırında ya da ızgarada hazırlanan balık tabakları, karides, böcek vb. ise 20 TL'dan başlıyor.

NOT: Resimde İstiklal Caddesi'ne bakan cephedeki iştah açıcı sandviçleri görüyorsunuz. Daha iştah açıcı resimler için Nordsee'nin sitesini inceleyebilirsiniz.

5 Aralık 2009 Cumartesi

İyi şeyler (widget, blidget, zımbırtı, cici, kırıntı...)

Dün ikinci sağ sütuna yeni bir bölüm ekledim: İyi şeyler diye. Tatlı Hayat'ı okuyanların önemli bir kısmının yemek tarifi ararken arama motoru tarafından yönlendirilmesi nedeniyle iki büyük yemek sitesi Epicurious ve Chow'un widget'larını koydum. Arama motoruna "1 cup kaç bardak eder?" türünden şeyler yazarak ölçü çevrimi yapmaya çalışanlara ise bir çevrim cetveli widget'ı koyarak hizmet ediyorum. Yabancı sitelerdeki yemek tariflerinde gördüğünüz metrik olmayan ölçüleri metrik ölçülere ve Fahrenheit dereceyi Centigrad dereceye kolayca çevirmeye yarıyor. Aslında daha önceki bir yazımda referans verdiğim Traditional Oven'daki çevrim cetveli daha kapsamlı çünkü hacim ölçüsünü malzemeye göre ağırlığa çevirmeniz de mümkün. Örneğin 2 su bardağı (400 ml.) unun kaç gram geldiğını bulabilirsiniz, ya da tersini yapabilirsiniz.

Yaşasın widget'lar! Türkçe'de adı olamadığı için cici, kırıntı ya da zımbırtı diye adlandırılan "iyi şeyler"... Bu arada bir blogun yeni yazılarını tanıtmaya yarayan widget'lara da blidget deniyormuş. Bunu da öğrenmiş olduk.

NOT: Meraklısına Tatlı Hayat blidget'ı burada.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Ne ka' ekmek, o ka' köfte...

Geçtiğimiz günlerde internette içeriğin paralı olması için medya patronu Murdoch'ın girişimlerinde bahsetmiştim. Bugün okuduğum bir haber, bu meselede Google'ın geri adım attığını düşündürüyor. Görünüşe göre, Google yayıncıları memnun etmek için yeni bir yol izleyerek, gazete vb. medyaya ait içeriğin okunmasını günde birkaç sayfa ile sınırlayacak. Daha fazlası için yayıncıya para ödemenizi isteyecek. Haberin detaylarını NTVMSNBC.com'un Teknoloji sayfasında okuyabilirsiniz.

NOT:
Yine bir süre önce EBay üzerinden lüks tüketim markalarının satışı konusunda marka sahipleriyle sorunlarını anlatan bir yazı yazmıştım. Bugün, EBay'in bu sefer de LVMH (Louis Vuitton Möet Hennessy) ile olan davasının LVMH lehine sonuçlandığını okudum.

Kıssadan hisse:
Birimizin özgürlüğünün başladığı yerde diğerimizinki bitiyor, internet istisna değilmiş.

1 Aralık 2009 Salı

Blogger'ın ölümü blogundan olsun

Tatlı Hayat'ı sürekli izleyenler geçen günlerde bir sürprizle karşılaştı. Bir sabah gördüler ki, Tatlı Hayat'ın çehresi değişmiş. Eblogtemplates adlı bir siteden (blogger'lar için ücretsiz) yeni bir tema buldum ve Tatlı Hayat'a bu temayı uyguladım. Sonuç: Ölmek üzereyim! Sürekli bir yerlerde sorunlar oluyor, sürekli istemediğim şeyler çıkıyor.

Bu temayı seçmemin nedeni, daha önce kullandığım Blogger.com temasının sidebar denen sağ sütununun çok kısıtlayıcı olmasıydı. Temanın fazlaca renkli olmasını ve amatör görünmesini saymıyorum. Biliyorsunuz dijital medyada tanıtım yapan firmalar artık bloglara da reklam veriyor ve bloglarda yer alan pek çok şey, sosyal medya aracılığıyla yaygınlaştırılıyor. Bu temada 125x125 pixel ölçüsündeki reklamlar için ayrılan yer çok derli-toplu, yamalı bohça görüntüsü vermiyor (en azından ben böyle algılıyorum). Sizlerin de görüşünü almak için birinci sağ sütuna bir anket koydum. Fikirlerinizi ve yorumlarınızı beklerim.

Bloguma yeni widget ve reklamlar eklemeye devam edeceğim. Bu arada blog yazanlarınız için ipucu olabilecek bazı linkler vermek istiyorum. Bu temayı aldığım sitede en fazla beğenilen 25 temanın listelendiği sayfadan kendinize uygun bir tema bulabilirsiniz. Gerçekten çok harika çalışmalar var. Tatlı Hayat'ın widget'larını yayınlayan arkadaşlarım için widget hazırladığım Widgetbox var. Bu sitedeki widget'ların çokluğu gerçekten baş döndürüyor. Tatlı Hayat'ta reklam yayınlamaya başladım. Özellikle Türkiye'ye gönderim yapan ve Türkiye'den sipariş verebileceğiniz e-ticaret sitelerini seçiyorum. Bu sitelerden reklam almak için iki farklı affiliate marketing sitesine üyeyim. Biri Commission Junction, diğeri Linkshare. Her ikisinde de yüzlerce e-ticaret sitesi var ve sizin blogunuzu ya da izleyici kitlenizi uygun görürlerse, sitenize reklam veriyorlar. Bu konuda biraz sabırlı ve araştırmacı olmanızı öneririm. Son olarak bilgisayarımda Photoshop ya da benzeri bir program olmadığı için, Tatlı Hayat'ın tanıtımını yaptığım banner'ları hazırladığım ücretsiz banner yapma sitesi BannerSnack'i önereceğim. Beta aşamasında olan sitede son derece başarılı bir arayüz var ve kolayca Flash banner'lar hazırlayabiliyorsunuz.

Tatlı Hayat'ın önceki arayüzünde olup da şimdi olmayan bölümleri geliştirerek ekleyeceğim. Tabii o zaman kadar ölmezsem...

26 Kasım 2009 Perşembe

E-card (elektronik kart) göndermenin en kolay yolu

Hayatımızdaki her şey artık internette. Günlük hayatta yapılan her şeye ilişkin bir web sitesi bulmanız mümkün. Bu bayram sevdiklerinize e-card göndermeniz için işinizi çok kolaylaştıran bir site önereceğim: Pingg.

Pingg'de çeşitli nedenler için (örneğin teşekkür, kutlama, davet, bebek, taşınma vb.) tebrik ya da davet kartı şablonları var. Bunlardan birini seçiyorsunuz. Dilediğiniz mesajı yazıyorsunuz. Bu bir davetiye ise yer, zaman, katılım cevabı için gerekli midir vb. yazıyorsunuz. Sonra da gönderiyorsunuz. Eskiden hep e-posta adresleri tek tek elle girilirdi, kartlar tek tek gönderilirdi. Pingg'de bir adres defteri sistemi var. Dilerseniz Outlook'tan, dilerseniz Excel'den, dilerseniz VCard dosyalarından veri import ederek (aktararak) adres defterinizi oluşturuyorsunuz (benimki sadece 5 dakika sürdü). Bu adreslerin dilerseniz hepsine, dilerseniz seçerek oluşturacağınız gruba kartınızı gönderiyorsunuz. Kartınızın bir kopyası da webde size ayrılan bir alanda tutuluyor. Pingg bu alana reklam almış. Buradan kartın kimlere gittiğini ve bu bir davetse kimlerin o davete katılacağını görebiliyorsunuz. Facebook, Twitter ve başka platformlarda kartı paylaşabiliyorsunuz. Koca web sitesi bu kadarcık şey için kurulmamış tabii. Dilerseniz kartınız yazıcıdan çıkaracağınız şekilde ayarlanmış. Evde basarak postayla da gönderebiliyorsunuz. Amerika'daysanız, Pingg'e sipariş veriyorsunuz, o sizin adınıza karta basarak postalama da yapabiliyor. Harika değil mi? Bitmedi... Gönderdiğiniz kartla ilgili bir de raporlama ekranı var. Kaç kişiye gitti, kaç kişi e-postayı okudu, kaç kişinin adresi hatalı (e-card gitmedi) vb. görebiliyorsunuz. Dahası kart gönderdiğiniz kişiler de size yanıt yazabiliyor. Bu devirde mektup yazma alışkanlığı bitti diye yakınanlara duyurulur. Dün akşam yaklaşık 300 kişiye bayram kartı gönderdim, sadece 15 dakika sürdü. Herkese tavsiye ederim, kart gönderdiğiniz kişiler çok mutlu oluyor.

Burada bu kadar Pingg methiyesi niye? Açıkçası bir zamanlar (sene 2001 falan) hazırladığım bir projenin kanlı canlı örneğini gördüğüm için çok heyecanlandım. Ben o zamanlar www.cizgicizgi.com adında bir site ile buna benzer işler yapmayı düşünüyordum. Sitede diyelim antetli kağıt, kartvizit, menü, ilan levhası (satılık, kiralık vb) gibi insanların ihtiyaç duyacağı şeylerin baskı öncesi edit edilebilir şablonları olacaktı. Yani siz beğendiğiniz bir kartvizit şablonuna kendi isim ve adresinizi yazacaktınız, önizleme yapıp onay verecektiniz, sonra da baskı siparişi verecektiniz. Sitenin bir bölümünde çeşitli çizgi karakterlerin ya da grafik desenlerin bulunduğu bir galeri olacaktı. Buradan seçeceğiniz imajı bir t-shirt, bir çanta, şapka ya da fincana bastırmak için sipariş verebilecektiniz. Galeride eseri bulunan sanatçıya da baskı ücretinden bir pay verilecekti. Buna benzer bir-iki site kuruldu sonraki yıllarda Türkiye'de. Fakat doğrudan dijital baskı yapan kuruluşa hizmet eden siteler olduğundan bana çok ilginç gelmedi. Sadece t-shirt baskısı yapan siteler var. Bildiğim kadarıyla onların işleri gayet güzel ilerliyor.

İyi bayramlar diliyorum. Buraya tıklarsanız, bayram kartımı da görüntüleyebilirsiniz.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Bilgi için bedel ödemek gerekir mi?



Geçtiğimiz günlerde gazetelerde bir haber okuduk: “Medya devi Murdoch, Google’ı bloklayacağını açıkladı”. Bu habere kimileri gülüp geçti, kimileri kızdı. Bence üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken bir konu. Çünkü bu olay, günümüzde internetin geldiği noktada bazı kuralların tam olarak yerine oturmadığını gösteriyor.

Konu neydi? Kısaca hatırlatmak gerekirse, Rupert Murdoch Avustralya, İngiltere ve Amerika ve Asya’da medya yatırımları olan News Corp.’un sahibi ve dünyanın en zengin medya patronlarından biri. Dünyanın en çok okunan gazeteleri (The Sun, The Times, New York Post, Wall Street Journal gibi) ile Fox TV’nin de aralarında bulunduğu pek çok yayın organının sahibi. Bu yayınlar izlediği politikalar nedeniyle çok eleştirilmekle birlikte, temel haber kaynakları olarak binlerce kişiye erişiyor. Murdoch, geçmişte basın sendikalarıyla çatışması nedeniyle şimşekleri üzerine çekmiş bir patron. Bu nedenle şimdi söylediği pek çok şey gözünü para hırsı büyümüş kapitalist bir adamın konuşmaları gibi algılanıyor. Oysa bence satır aralarını dikkatlice okumak gerek.

Murdoch, internet üzerinden gazete okumak ve haber videoları seyretmenin ücretsiz olmasına karşı. Neden? Çünkü “değerli içerik” üretmek için bir takım insanlar çalışıyor, araştırıyor, fotoğraf çekiyor, yazıyor, çiziyor, savaş alanlarında yaşıyor... Bütün bunlar maliyet. Örneğin bir Victoria’s Secret defilesinden çekilmiş bir kare fotoğrafın kaç paraya mal olduğu hakkında bir fikriniz var mı? Ya da Afganistan’da çekilmiş 1 dakikalık bir çatışma görüntüsünün elde edilmesi için kaç para harcandığını biliyor musunuz? Sabahları üç kuruşa satın aldığınız bir gazetenin (gazete dünyanın her yerinde bozuk parayla alınan bir şeydir) her bir kare fotoğrafı ve her paragrafı aslında çok ciddi maliyetler üstlenilerek hazırlanır. Bu durumda gazete fiyatlarının yüksek olması gerekir fakat reklam gelirleri sayesinde bir gazetenin perakende satış fiyatı makul seviyelerde tutulabilir.

Eğer bir gazetenin tüm “değerli içerik”ine herkes internetten bedava ulaşırsa ne olur? Bu sorunun cevabı varsayımsal değil: Geçtiğimiz yıllarda New York Times gazetesinin yaşadıkları bunun bire bir örneği oldu. New York Times, Amerika genelinde günde 650 bin adet satılırken, internet sitesine girenlerin sayısı milyonları geçiyordu. Bu durumda gazetenin reklam gelirleri çok geride kaldı. Çünkü reklamverenler kağıda basılmış gazete yerine, çok daha geniş kitlelere ulaşabilen internete reklam vermeyi tercih etti. New York Times gazetesi varlığını sürdürebilmek için gazetenin internet sitesine erişimin paralı hale geleceğini açıkladı. Ayda 5-10 USD gibi, sembolik de olsa bir ücret istiyordu. Bu haber çok tepki topladı.

Bundan birkaç ay önce Murdoch da kendine bağlı gazete ve TV’lerin internet sitelerinin paralı hale geleceğini açıklamıştı. Şimdi ise kendi kuruluşlarına ait tüm internet sitelerinin Google arama motorunu bloklayarak, Google üzerinden yapılan aramalarda bu haberlere erişilmesini engelleyeceğini açıkladı. Teknik olarak bunu yapmak mümkün, Murdoch’ın yasal olarak da içeriğini istediğine gösterme istemediğine göstermeme hakkı var... Burada dikkat çekici olan şey, Google’ın arama motoru aracılığıyla başkalarının içeriği üzerinden para kazanarak haksız rekabet sağlaması ve Murdoch’ın kesin bir dille buna izin vermeyeceğini söylemesi.

Telif hakları ya da fikri mülkiyet konusu, toplum genelinde çok az bilinen bir konu olduğundan, Google’ın yaptığının ne tür bir hak ihlali olduğunu anlamak sokaktaki vatandaş için biraz zor olabilir. Kısaca açıklayayım: Örneğin siz kendi bilgi, tecrübe ve yetenekleriniz doğrultusunda bir fikir eseri ürettiniz. Bu bir şiir, bir tekerleme, bir makale olabileceği gibi, müzik, video, fotoğraf gibi bir araç yardımıyla üretilmiş bir bir eser de olabilir. Bu çalışmayı üretmiş olmaktan dolayı siz, bu eserin eser sahibi olursunuz ve bir eser sahibinin kendi eseri üzerinde çeşitli hakları vardır. Eseri yayınlamak (ya da yayınlamamak) ve eseriniz üzerinden para kazanmak bu hakların başında gelir. İşte gazetede yer alan bir haber, fotoğraf ya da makale de bir çeşit eserdir ve eserin sahibi yayıncısıdır. Eğer siz, bir gazetenin haberini ya da bir kişinin makalesini alıp aynen başka bir mecrada yayınlarsanız (örneğin kendi web sitenizde), sahibinin izni olmadan onun içeriği üzerinden çıkar sağladığınız için eser sahibinin haklarını ihlal etmiş olursunuz. Bu, dünyanın her yerinde suçtur.

Google’ın gerek arama motoru aracılığıyla gerekse Google News aracılığıyla yaptığı şey, başkaları tarafından üretilmiş içeriği kolayca erişilebilir formatlara sokarak (listeleyerek ya da indeksleyerek) kendi alanında barındırmak ve bu içerik üzerinden çıkar sağlamaktır. Daha somutlaştırmak gerekirse, örneğin arama motoruna “küresel ısınma” yazdınız ve bu konuda bir şey arıyorsunuz. Google internette pek çok kişi tarafından üretilmiş içerikleri (haber, makale, video vb.) sizin için kategorize ediyor ve listeliyor. Siz bu listelerde aramanızı yaparken bir taraftan da hedef kitlesi “küresel ısınma” konusuyla ilgili kişiler olan X, Y, Z firmalarının reklamlarını görüyorsunuz. Size bu reklamlar gösterilsin diye her gün binlerce firma Google’a reklam bedeli ödüyor. Ya da günlük olarak Google News sayfasını açtığınızda, hangi dili tercih etmişseniz o dilde, çeşitli gazetelerden alınmış haberler önünüze geliyor. O haberi A, B ya da C gazetesi üretiyor fakat siz Google üzerinden okuduğunuz için Google para kazanıyor. İşte gazete sahipleri ve haber ajanslarının sürekli olarak Google’a dava açmasının sebebi bu. Google bütün bunları yaparken kimseden izin almıyor ya da önceden bir anlaşma yapmıyor.

İçeriğinin izinsiz kullanılmasının mağdurları sadece gazete sahipleri değil kuşkusuz. Parçaları ya da filmleri internette bedava indirilen pek çok sanatçı, çeşitli sitelere dava açtı. Kimi müzisyenler bazı parçalarını bedava dağıtma yoluna gitti. Nihayet iPod’un yaygınlaşmasıyla parça başına 1 USD ödeme yaygınlaştı ve müzisyenlerin de kullanıcıların da sıkıntısı azaldı. Ben, kendine iTunes’un yöntemini örnek alan Murdoch’ın stratejisinin başarılı olacağını ve o başarılı olduğu için başka pek çok yayıncının da içeriğini parayla satabileceğini düşünüyorum. Para söz konusu olmasa da “değerli içerik” için eninde sonunda bir bedel ödenecek. Kullanıcı, tıpkı TV yayınına para ödemediği gibi, interneti açtığında da her şey önüne bedava gelsin istiyor. Oysa bugün, kimsenin kimseye bedava bir şey verecek durumu yok. TV’de güzel bir filmi baştan sona bedava izleyebiliyor musunuz? Filmin sonuna gelene kadar kaç tane reklam izlemeniz gerekiyor? Kablolu ya da şifreli olmayan, yani para ödenmeyen kaç kanal kaldı? Kendimizi kandırmayalım: Gerçekten değerli bir şeye erişmek için bir bedel ödememiz gerekiyor. Ve internetin varlığı bu gerçeği değiştirmeyecek...


NOT: Bu yazı Online Sektörel Gazete Maxihaber'de yayınlanmıştır.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Haydi makyözcülük oynayalım (*)


Kozmetik firması Estee Lauder'in sitesi üzerinde yeni bir internet uygulaması yayınlanmış. Çok hoşuma gitti. Uygulamaya yüzünüzün açıkça göründüğü bir fotoğrafınızı yüklüyorsunuz ve göz, dudak gibi bölümleri tanımlıyorsunuz. Sonra Estee Lauder'in yeni koleksiyonundan çeşitli makyaj malzemelerini yüzünüzün farklı bölümlerine uyguluyorsunuz. Uygulama size rujunuz mat mı parlak mı olsun diye de soruyor. Böylece, deneme yanılma yoluyla bilgisayar başında kendinize yeni bir görünüm yaratabiliyorsunuz. Çok eğlenceli... Makyözcülük oynamaya başlamak için tıklayın.

(*) Uygulamanın adı Let's Play Makeover. Ben bunu "haydi makyözcülük oynayalım" olarak Türkçeleştirdim.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Chanel'den öncesi


Bu aralar vizyonda olan Coco avant Chanel (Coco - Chanel'den önce) filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Yazıya böyle paldır küldür giriş yaptım ama, sözün özü bu. 20. yüzyılın moda efsanesi Coco Chanel'in hayat hikayesinin modacı olmadan önceki kısmını anlatıyor film. 1971 yılında ölen Coco Chanel, benim için bir ikon değildi. Ben markayı, Coco Chanel'den daha çok tanıyorum. Bu nedenle bu film benim için hayli öğretici oldu diyebilirim. Modayla ilgilenin ya da ilgilenmeyin; sadece sinemayı sevdiğiniz için, sadece Audrey Tautou'yu görmek için ya da sadece Avrupa filmlerini sevdiğinizi için izleyin derim.

Anneleri ölünce babaları tarafından bir manastırın yetimhanesine bırakılan Gabrielle (Coco) ve kardeşi Adrienne'in hikayesini anlatıyor film. Önceleri barlarda şarkı söyleyen kardeşler, müşteriler arasından birer sevgili ediniyorlar. Adrienne için kariyer mariyer önemli değil. O, zengin bir adamın karısı olmak istiyor sadece. Gabrielle ise (barda söyledikleri bir sarkıdan dolayı ona Coco adı takılıyor) pek fıkırdak bir kadın değil. Hatta soğuk bile denebilir. Zaten bu haliyle bir müzik kariyeri de olamıyor... İşler ters gidince, alıyor başını zengin sevgilisinin (aslında hayranı mı desek, Coco'nun adamı pek iplediği yok çünkü) yanına gidiyor. Önceleri at binmeyi öğreniyor, zamanla sevgilisinin camiasında kendine yer edinmeye çalışıyor. Sosyete Coco'ya ters ama... Sevgilisi Baron'un kırdığı cevizin haddi hesabı yok, kendini eğlenceye ve at yarışlarına vurmuş. Kabarık elbiseli, korseli ve tüylü şapkalı kadınlar malikaneye geliyor, gidiyor. Coco bu insanların yanında sıkılıyor. Coco'nun o camiaya ayak uyduramaması ve sıradışı giyimi ("a la garçon" yani erkek çocuğu gibi) nedeniyle Baron da Coco ile ne yapacağını bilemiyor. Çünkü Coco, o devirde o sosyal sınıfa mensup bir insanın gururla taşıyacağı, cemiyete eşim ya da metresim diye takdim edebileceği bir kadın değil. Olmaya da çalışmıyor zaten...

Coco'nun parası yok, pulu yok, işi yok. Üstelik sevgilisinden de hayır yok. Bir İngiliz işadamına tutuluyor, fakat bu adam da sosyal statüsü için bir İngiliz Lordu'nun kızıyla evleniyor. Oliver Twist gibi yani. Hikayenin neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Neyse ki yetimhanede rahibelerden dikiş dikmeyi öğrenmiş. Bu konuda yetenekli. Üstelik bir stili de var. "Öyle olmaz, böyle olur" diyebiliyor. Yaşadığı dönemin anlayışına biraz ters olmakla birlikte (aslında ters değil, çağının ilerisinde), hazırladığı şapkalar sosyetik kadınlar arasında beğeniliyor, ilgi görüyor. Bu da Coco'ya kendi işini kurma cesaretini veriyor. O cesaretin altında biraz da sevgililerinden kendisine hayır gelmeyeceğini anlamış olması yatıyor. Borç parayla Paris'te ilk atölyesini kuruyor. Sonrasında işler büyüyor, büyüyor, büyüyor...

The Guardian
gazetesinde bir foto galeri yayınlanmış. Coco Chanel'in fotoğrafları var. Fotoğraflara bakınca, kelimenin tam anlamıyla "trendsetter" ve "cool" bir kadın göreceksiniz. Tabii şimdilerde tu-kaka olan sigara içmek o zamanlar çok "cool" bir şeymiş, bunu da göz önüne alın. Bu arada Audrey Tautou'nün de bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu görüyoruz. Gerçekten Coco Chanel'in gençliğine çok benziyor (yaşlılığı bana Betül Mardin'i hatırlatıyor). Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz.

Filmden sonra moda hakkında notlar:

* İnci kolye kadınları çok zarif gösteriyor. Keşke Türk kadınları altına düşkün oldukları kadar inciye de düşkün olsa...

* 1940'larda ve '50'lerde kadınsı şıklık ve zarafetin simgesi olan tayyörler, etek ve ceketler günümüzde neden şıklıkla alakası olmayan birer üniforma haline geldi acaba? (Hatırlayınız: Tansu Çiller, Nimet Çubukçu, Margaret Thatcher vs.) Burada kadınların bellerinin gittikçe kalınlaşması ve gittikçe daha büyük beden olmalarının etkisi olabilir mi?

* Yaratıcılık mutsuz insanlara mahsus bir şey. "Bu şey berbat!" veya "öyle olmaz, böyle olur" diyebilmekle alakalı. Bunu bir kez daha görüyoruz.

* Coco Chanel'in tarzını ve moda yaklaşımını çok takdir etmekle birlikte, Chanel'in alametifarkası olmuş o zincir saplı kapitone çantalardan hiç hazzetmedim, edemiyorum. Fakat Chanel'in kozmetikleri harika, şimdiki tasarımcısı Lagerfeld daha da harika : ))

5 Kasım 2009 Perşembe

Sokak yiyeceklerini ciddiye alın


Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan bir etkinlikten tesadüf eseri haberdar oldum: Uzun zamandır görmediğim Necdet Kaygın ile telefonda konuşurken, Amerika'da bir etkinlikte konuk şef olarak yer alacağını söyledi. The Culinary Institute of America (Amerika Mutfak Enstitüsü) 12-14 Kasım 2009 tarihleri arasında Worlds of Flavor Conference(Lezzet Dünyaları Konferansı)'ı düzenliyor. Konferansın bu yılki teması sokak yiyecekleri. İlgili linkleri burada veriyorum. Çeşitli ülkelerden katılan şefler, kendi ülkelerine özgü sokak yiyeceklerini workshoplar aracılığıyla katılımcılara tanıtacak. Necdet Kaygın da bu kapsamda midye dolma ve kalamar gibi bize özgü sokak yiyecekleriyle bir show yapacak. Türkiye'den katılan bir diğer şef Musa Dağdeviren. Çiya Sofrası'nın sahibi olan Musa Dağdeviren de Anadolu'dan farklı lezzetler sunacak.

Sokak yiyeceği için bu kadar büyük bir organizasyon nasıl yapılır? Kaç çeşit sokak yiyeceği biliyorsunuz? .... Biraz düşününce, başlı başına bir kültürel araştırma konusu. Ben burada aklıma gelen sokak yiyeceklerini yazmaya başlıyorum. Katkılarınızdan memnuniyet duyacağım...

Türkiye'de görebileceğiniz sokak yiyecekleri:


En başta simit, açma ve çatal
Poğaça
Revani ve halka tatlısı
Midye dolma
Kokoreç, tantuni
İçli köfte (Beyoğlu'nda sokak yiyeceğidir bu)
Döner
Her türlü köfte, dürüm ve sucuk-ekmek
Gözleme
Tost ve kumru çeşitleri
Kumpir
Son zamanlarda çıkan Patso dedikleri şey (patates kızartması)
Islak hamburger (berbat bir şey, üvey evlat!)
Lahmacun ve pide (eskiden sokakta satılırdı)
Muhallebi (eskiden okul önlerinde satılırdı)
Turşu suyu (bu bir yiyecek değil ama eskiden çok popülerdi)
Boza (inanmayacaksınız tam şu anda bir tanesi sokağımdan geçiyor)
Ekmek arası balık veya midye
Bicibici (Adana'da böyle bir şey satıyorlar)
Bazı börek çeşitleri
Dondurma, Frigo
Nohutlu pilav, tavuklu pilav vb.
Kestane, mısır...

27 Ekim 2009 Salı

Filmekimi 09 izlenimlerim

Bu sene şans (!?) eseri Filmekimi için bolca vaktim oldu. Şu sıralar işsizim ve spor salonum da Galata'da. Vakit bol, Beyoğlu yolumun üstü... Filmekimi'ne gidilmez de ne yapılır? Biletler satışa çıktığı gün Biletix'ten alacaktım. Gündüz seansları 3,5 TL, bol bol alırım diye düşünüyordum. Baktım Biletix'te 4,75 TL, kalktım Beyoğlu'na gittim. Bilet başına 1,25 TL tasarruf edeceğim hesapta... Uzun bir kuyruk vardı Emek Sineması'nın önünde, olsundu, vaktim boldu... Yarım saat bekledikten sonra sıra bana geldi:

- Ona yer var mı?
- Yok.
- Buna yer var mı?
- Yok.
- E o zaman şuna bir bilet alayım...
- O güne yer yok, isterseniz şu güne vereyim.

Bismillah! Satışa çıktığının ertesi günü, çoğu filmin gündüz seanslarının biletleri tükenivermişti... Neyse, Che 1 ve Che 2 ile 9 filmlerine yer buldum. Festival zamanı sevgili arkadaşım Şule Uslutekin de işi çıktığı için Cherie (Aşkım) ve Whatever Works (Kim Kiminle Nerde) filmlerine aldığı biletleri bana verdi. Keyfime diyecek yoktu. Festivalin bitimine yakın Emek Sineması'nın fuayesinde sürekli dönen trailer'ını beğendiğim için (aslında Mads Mikkelsen'i de beğendiğim için) Valhalla Rising (Cennetin Kapısında) filmine de bilet aldım. Böylece Filmekimi boyunca 6 film görme fırsatım oldu.
Filmlerle ilgili yazacak çok şey var. Ama önce genel olarak Filmekimi izlenimlerim:

* Filmekimi harika bir etkinlik, süper bir program hazırlamışlar. Devamını diliyorum.

* Bu sene biletler çok çabuk tükenmiş, İKSV'nin görevlisi olan kızlar, bilet satışında epey curcuna yaşandığını ve çok yorulduklarını anlattı.

* Emek Sineması'nı seviyorum ama o rutubet kokusuna bir çare bulsunlar artık...

* Bu sene bazı gösterimler GMall'da Cinebonus'ta yapıldı. Sinema güzel, yer merkezi, güvenlik falan da var. Bence orada daha fazla gösterim yapılmalı.

* Emek Sineması'nın çıkış kapısının yer aldığı sokaktaki barlar, sokağa masa atarak pek akıllıca bir iş yapmamışlar, sinemanın kapasitesinin 800 kişi olduğunu ve 3 saatte bir salonun o daracık sokakta bira içen insanların üzerine boşaldığını düşünün...

* Filmekimi'ndeki filmlerle ilgili Ekşi Sözlük'te yazılanları okuyunca, henüz okulu açılmayan ya da tatil rehavetini üstünden atamayan üniversitelilerin gündüz seanslarına hücum ettiğini öğrendim. Tamam da, bari filmlere b*k atmasınlar... Ekşi Sözlük okuyanlar da, yazanlar sinemadan anlıyor da bir laf ediyor sanacak.

* İstanbul'a bu yıl fazladan 2 milyon insan daha gelmiş gibi. Ekim ayı boyunca hava da güzel olduğundan Beyoğlu'nda iğne atsanız yere düşmüyor.

* Soderbergh'in bir değer filmi olan The Informant! (İspiyoncu)'ya ne yaptıysam yer bulamadım; festivalin en çok konuşulan filmlerinden biri olan Zamanın Tozu'na da başrolde çok beğendiğim Willem Dafoe oynamasına rağmen bilet almadım. Geçen senelerde bir Angelopulos filminde boğulacak gibi olmuştum. Yine aynısı olur diye korktum, Angelopulos pek bana göre değil...

18 Ekim 2009 Pazar

Tereyağını bardağa nasıl dolduracağız Arman Hocam?

Pazar günleri Hürriyet'in Pazar ekinde Arman Kırım'ın yemek yazılarını pek beğenerek okurum. Teferruatlı tarifler verir, malzemenin iyisini nereden bulacağınızı da yazar. Eskiden anneler gazetelerde iyi bir tarif buldular mı, o bölümü kesip saklarlardı. Öyle bakkal defteri gibi kimi yeri elle yazılmış, kimi yeri gazeteden kesilip yapıştırılmış defterleri vardı. Benim internette recipe box'larım var, genelde tariflerimi orada tutuyorum. O yüzden gazetede dergide gördüğüm tarifleri pek dikkatli okumam, kesmem, biriktirmem. Bugün okuyacağım tuttu ve Arman Hoca'nın bugünkü yazısında bir şey dikkatimi çekti: Kurabiye tarifleri verilirken 1/2 bardak oda sıcaklığında tereyağı ifadesini gördüm. Allah aşkına tereyağını kestikten sonra (hadi oda sıcaklığında yumuşattık diyelim) bardağa doldurarak kim ölçer? Az biraz yemek yapmasını bilen, mutfak işinden anlayan hangi insan tereyağını ölçmek için bardağa doldurur Arman Hocam?

Peanut Butter Cookie (Fıstık Ezmeli Kurabiye) tarifini Arman Hocam muhtemelen bir Amerikan kitabından ya da internet sitesinden aldı. İngiliz ve Amerikalı yemek kitaplarının en büyük handikapı ölçülerin metrik olmayışıdır. Onlar hacim ölçmek için cup (kap) ölçüsünü kullanır. Eşdeğeri 240 ml. dir. Bizim pazarda, orada burada satılan, her yerde kullanılan Paşabahçe su bardakları ise 200 ml.dir. Kabaca 1 cup, 1 su bardağı + 2 çorba kaşığı ölçüye denk gelir. Kek tarifi vb. verilirken 1 cup'ı 1 kap diye yazar bazıları (eskiden Sofra dergisi böyle yazardı. Okuyucunun biri mektup yazmış "ne kabı kullanalım?" diye. Sonraları vazgeçtiler). Kek vb. yaparken 1 cup yoğurt yerine 1 su bardağı yoğurt kullansanız hiçbir sorun çıkmaz. Fakat 2 cup (480 ml.)ölçüye 200 ml.lik 2 su bardağını eş tutarsanız, 80 ml.lik (yaklaşık 1/2 bardak) fark olacaktır, siz de kitaplardan dergilerden aldığınız tariflerin neden tutmadığını, neyi yanlış yaptığınızı hep merak edeceksiniz...


Amerikan ve İngiliz kitaplarında sıkça geçen ve bu yazının yazılmasına neden olan bir ölçü de tereyağı gibi katı maddelerde kullanılan cup. 2 cup tereyağı kabaca 1 lb (1 pound) eder, metrik sistemde eşdeğeri 450 gr.dır. Bu durumda 1 cup tereyağı 225 gr. yapar. Amerika'da tereyağı paketleri kaç gramlıktır bilmiyorum. Bizde 250 gr.lık paketler var. Kabaca 1 paketten 1 tatlı kaşığı eksik ederseniz 225 gr (1 cup) tereyağı elde edersiniz. Arman Hoca'nın tarifindeki 1/2 bardak tereyağı bence 1/2 cup, ki o da kabaca 112 gr. yani yarım paketten biraz eksik olmalı. Göz kararı ayarlayabilirsiniz, tarifinizde hiçbir sorun çıkmaz. Bazı kitaplarda da 1 stick tereyağı denir. Bu da 1/2 cup yani 112 gr'a denk geliyor. Kafanız karışmasın diye kolay bir çevrim cetveli var internette . Buradan fırın sıcaklıklarını Fahrenheit'tan bizim kullandığımız Centigrad dereceye de çevirebilirsiniz.

Arman Hoca alınmasına ama, Fıstı Ezmeli Kurabiye tarifini size doğru ölçülerle yeniden yazıyorum:

MALZEMELER: 1.5 cup(yani 360 ml = 2 su bardağından biraz eksik) un; 1 çay kaşığı tuz; 1 tatlı kaşığı kabartma tozu; 1/2 cup (yani 1/2 paketten biraz eksik)oda sıcaklığında tereyağı; 1 cup (yani 240 ml yani kabaca 1 kavanoz)fıstık ezmesi; 1/2 cup (yani 125 ml = 1/2 su bardağından biraz fazla) beyaz toz şeker; 1/2 cup (yani 125 ml = 1/2 su bardağından biraz fazla) esmer toz şeker; 1 paket toz vanilya; 1 yumurta.

YAPILIŞI: 1. Fırını önceden 180 derecede ısıtın. 2. Un, tuz, kabartma tozu ve vanilyayı bir kâsenin içine süzgeçten eleyin. Kenara alın. 3. Bir başka büyükçe kâsenin içine tereyağı, fıstık ezmesi, beyaz ve esmer şekerleri koyun, elektrikli mikserin orta devrinde karışım krema haline gelene dek karıştırın. Bir yumurta ekleyin ve çırparak karışıma yedirin. 4. Unlu karışımı tereyağlı karışıma boşaltın ve dikkatlice çırparak homojen bir hamur elde edin. 5. İki tane fırın tepsisinin içine yağlı kâğıt serin. Hamurlardan bir çorba kaşığı kadar alıp avucunuzda yuvarlayarak 2.5 santim çapında (ceviz büyüklüğünde) toplar yapın ve topları birbirleriyle arasında 7 santim kalacak şekilde tepsideki kâğıt üzerine yerleştirin. 6. Bir tabağa bir tatlı kaşığı şeker koyun. Bir çatalı (yapışmasın diye) önce toz şekere batırıp sonra hamur toplarına bastırarak hamurları düzleştirin. Çatalla artı şekli verebilirsiniz. 7. Fırında 12 dakika kadar pişirin.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Yayıncılığın geleceği internette (mi?)


Geçen hafta Conde Nast Publications'ın (klavyemde aksanlı e'yi bulamadım) Gourmet dergisini kapatacağını öğrendim. Derginin basımı tamamlanan Kasım sayısından sonra yayınlanmayacağı bildirilmiş. Sadece Gourmet değil, Cookie ve iki de evlilik dergisi kapatılıyor. Gerekçe benim için çok tanıdık. Dergi artık karlı değil. Elbette hiçbir işadamından zarar ede ede işini sürdürmesini bekleyemeyiz ancak 1946 yılından bu yana yayınlanan Gourmet dergisinin varlığı ile yokluğu arasında çok büyük fark olacağı kesin.

Bugün okuduğum bir başka haberin düşündürdükleri bana bu yazıyı yazdırıyor: İngiliz Vogue'unda yayınlanan bir habere göre Conde Nast International yeni bir internet yatırımı başlatmış: www.trulymadlydating.com Bu bir arkadaşlık sitesi. Glamour.com ve GQ.com tarafından desteklenen site, "havalı" kızlarla "modadan anlayan" erkekleri biraraya getirmeyi amaçlıyor. Conde Nast, Vogue gibi, GQ gibi, Traveler gibi, Gourmet gibi, Wired gibi bayıldığımız dergileri yayınlayan kocca bir yayıncı. Yayınları Rusça'dan Çince'ye kadar pek çok farklı dilde çıkıyor ve milyonlarca insan tarafından takip ediliyor. İnternet hayatımıza girdiğinden bu yana www.style.com gibi, www.epicurious.com gibi, www.concierge.com gibi harika web siteleriyle dergicilikteki birikimlerini internet kullanıcısına aktarıyor ve bu yeni medyada da en iddialı yayınları hazırlıyordu. Şimdi ard arda gelen kapanan dergiler ve arkadaş bulma sitesi açma haberleri bana Conde Nast'ın rotasını internet yayıncılığına çevirdiğini düşündürüyor. Conde Nast'ın internet yayıncılığıyla uğraşan bölümü CondeNet International'da Avustralya, Almanya, Çin, Fransa, Hollanda, İtalya, Rusya, Yunanistan, İspanya, Kore, Japonya, Polonya, Tayvan, İngiltere ve Amerika'da farklı dillerde yayın yapan siteleri tanıtılıyor. Üstelik reklamverenler için internet aracılığıyla doğrudan veya dolaylı yerleştirmelerle ne şekilde tanıtım yapabildikleriyle ilgili uzun uzun bilgi veriliyor. Reklamveren olsam mutlaka etkilenirdim. Görünüşe göre reklamverenler de etkileniyor... Dergilerde ve televizyonlarda reklamların azalması bunu gösteriyor. Gazetelerden hiç bahsetmiyorum, çünkü geçmişte Amerika'da bazı gazeteler kağıt baskılarını durdurmak zorunda kalmıştı. Yine Amerika'da 650 bin kadar baskısı olan New York Times'ın internet sitesi milyonlarca tık alıyor ve ilan gelirleri gazeteninkileri çoktan geçmiş durumda.

Görünen köy klavuz istemez: Yayıncılığın geleceği internette. Geriye çözülmesi gereken tek bir problem kalıyor: İnternet yayıncılığından nasıl para kazanılacağı ve DRM. Zira medya fütüristi (ay ne harika bir meslek!) Gerd Leonhard"in da söylediği gibi kullanıcılar içeriğe para ödemek istemiyor!

NOT: Bu blogu sizler tamamen bedava okuyabilesiniz diye nelere katlandığımız ayrı bir yazının konusudur.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

'80'lerin modasından nefret mi ediyorsunuz? Ha ha, kabusunuz geri döndü!



Geçenlerde sonbahar modasına göz atarken gördüm: Hayır! Olamaz! 1980'lerin modası geri dönüyor. '20'ler, '30'lar, '40'lar, hatta '60'lar ve '70'lerim modasının yeniden gündeme gelmesi tamam da... '80'ler olmaz, olamaz. Orayı pas geçin. Yok sayın. Hiç yaşamamış olalım...

Ne yazık ki acı ama gerçek sevgili okurlar. Bu kış 1980'lerin vatkalı omuzları, pileli pantolonları, fırfırları, janjanları... hepsi hortlayarak sokaklara dönüyor. Böyle olacağı geçen yıllarda alıp başını yürüyen tayt modasından belliydi zaten. Bir grup modacının fantezisi olarak podyumlarda kalacağını düşünerek teselli oluyordum ama, TV'de Eda Taşpınar'ın üzerinde korkunç vatkalı, eteğiyle aynı boy bir ceket gördüm. Yandık. Bu sonbahar ve kış herkes bu korkunç şeyleri giyecek.

Resimdeki Marc Jacobs defilesinden. 1980'lerin modacıları nasıl etkilediğini (?!) Style.com'da slideshow halinde izleyebilirsiniz.

Demode olmak pahasına, '80'lerin modasına hayır!

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Hem rugan hem turuncu. Daha ne olsun?


Bir e-alışveriş rehberi hazırlayacağımı daha önce yazmıştım. Bitirme fırsatım olmadı fakat resimdeki çantayı görünce, yazımın bitmesini beklemedim. İngiliz moda alışveriş sitesi Net-a-porter (pret-a-porter'ye atıfta bulunuyor) çok ünlü tasarımcıların en moda parçalarını internetten satıyor. Türkiye'ye de gönderim yapıyor. Elbise, çanta, ayakkabı, iççamaşırı ve aksesuvar bölümlerinde en moda parçaları bulabilirsiniz. Fakat saç tokasının bile 40 Euro'dan başladığını söyleyeyim. İç çamaşırı bölümünde en çok Calvin Klein ve La Perla ürünleri var, ki bunlar da Türkiye'de satılıyor, pek fazla fiyat farkı göremedim.
Resimdeki çanta Jill Sander'ın tasarımı bu sene çok moda olan portföy tipi çantalardan biri. Detaylıca incelemek için buraya tıklayabilirsiniz. Hem rugan hem turuncu hem de 410 Euro. Valla insan daha ne ister?

NOT: E-alışveriş sitelerinin e-bültenlerine kayıt olursanız indirim ve yeni ürünlerle ilgili haberler e-postanıza geliyor. Bana Net-A_Porter'den hiç indirim bülteni gelmedi bu güne kadar : ))

8 Ağustos 2009 Cumartesi

200 Euro ver, Nirvana'ya er


Swarovski'nin yeni koleksiyonundan Nirvana yüzük. Fiyatı 200 Euro, Türkiye'de satış fiyatı 475 TL. Fotoğraftaki zümrüt yeşili kristal. Gümüş bir halkayı çepeçevre saran kristalden oluşuyor. Pembe, mavi, siyah, amber, mor renkleri de var. Herbiri farklı kesimlerde. Gözünüze önce kaba ve küt gibi görünse de önyargılı olmayın. Elinizde harika duruyor. Pembesi favorim fakat fotoğrafta yeşil daha göz alıcı görünüyor. Fazla söze gerek yok: 200 Euro verin, Nirvana'ya erin.

NOT: Her ne kadar Swarovski'nin Türkiye'de mağazaları varsa da, aradığinız her şeyi bulamadığınız için internetten alışveriş yapmak isterseniz, Türkiye'ye gönderim yaptıklarını söyleyeyim, aklınızda bulunsun.

28 Temmuz 2009 Salı

En tatlı ticaret : E-ticaret Top 10



Yaz aylarını boş geçirmiyoruz sevgili okuyucular. Editörünüz sizin için e-ticaret sitelerini tek tek dolaşıyor ve "internetten alışveriş etmek için en harika siteler rehberi" hazırlıyor. Kozmetik, giysi, ayakkabı, iç çamaşırı, takı, çanta ve ünlü tasarımcıların çalışmalarını satın alabileceğiniz siteleri tek tek inceliyorum. Yabancı sitelerden Türkiye'ye postalama yapanları, en düşük gönderim ücreti alanları araştırıyorum. Güneş gözlüğünden güneş kremine "en ucuz", "en bol çeşit", "en iyi markalar" ve "en çok promosyon" yapanlar, bu rehberde özel başlıklar altında yer alacak.

Rehber tamamlanana beklemeden, sizlere özel bir Türk sitesinden bahsetmek istiyorum. Çok yakın zamanda açılan Limango, belli dönemlerde, anlaşmalı markaların belli ürünlerini sadece burada bulabileceğiniz fiyatlarla satışa sunuyor. Örneğin Michael Kors ve Guess markalı güneş gözlükleri indirimde ve kampanya bugün bitiyor. Bu hafta boyunca Spazio markalı elbiseleri, Columbia markalı outdoor giysilerini, ADV markalı erkek giysilerini, Givenchy, Lanvin, Paul Smith ve Burberry markalı parfümleri indirimli olarak satın alabilirsiniz. Sitede gelecek kampanyalar duyuruluyor ve üyeler özel e-postala bilgilendiriliyor. Yurt dışında çok popüler olan -ama şu anda ne yazık ki adını hatırlayamadığım- o sitenin sistemini kullanıyor. Kısa zamanda başarılı olacağına inanıyorum çünkü bazı ürünler yarı fiyatının da altında satılıyor.

Siz yeter ki internette ne aradığınızı bilin. Nerede bulacağınızı burada bulacaksınız : )) Bekleyin, pek yakında geliyor...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

TRT 2'de Parantez programındayız

22 Temmuz Çarşamba akşamı saat 19.35'te TRT 2'de Jülide Ateş'in sunduğu Parantez programının konusu "bloglar ve blog yazmak". Program konuklarından biri editörünüz. Türkiye'nin ünlü blogları Devletşah, Baba Olmak ve Gamze Tüysüz'ün yazarları ile blog yazmak, sanal dünya ile gerçek dünya arasındaki ilişkiler ve ilgi alanlarımız konusunda konuşuyor olacağız. Programın bir bölümünde sevgili Eray Endeş ile de Blog Ödülleri hakkında bir söyleşi var.

İlgilenenlere duyurulur.

19 Temmuz 2009 Pazar

Of, çok sıcaaakk...

Soğuktan ve sıcaktan pek fazla etkilenmezdim. Eskiden... Nedense bu yaz sıcağı daha fazla hissediyorum. Yaz günü serinlemek için herkes kavun karpuz yer ya... Ben yemem. Yani yemezdim eskiden... Oldum olası yerken şapur şupur ses çıkarılan, suyu ağzınızın kenarından akan meyvelerden hazzetmem: Mesela karpuz, mesela kavun, mesela şeftali.

Evimde klima yok. Çoğu zaman karşılıklı açılan iki pencereyle elde edilen cereyan yeterli oluyor. Yaz aylarında Dr. Osman Müftüoğlu'nun tavsiyesi bol bol sıvı tüketmek, pul biber, soğan sarmısak yemek. Bunu daha önce de duymuştum: Mesela Hindistan gibi çok sıcak ülkelerde bol baharatlı ve acılı gıdalar tüketmek, insanları daha fazla terleterek sıcağa daha dayanıklı hale getiriyormuş. Ayrıca yiyeceklerin baharat, limon, sirke ya da maydanoz, fesleğen vb. ile tatlandırılması "bu yemeğin bir şeyi eksik" diye habire tuz ekmenizi de engelliyor.

Peki bunların şu şahane iştah açıcı resimle ne ilgisi mi var? Çok sevdiğim yemek dergileri Gourmet ve Bon Appetit'teki eski reçeteleri bulabileceğiniz tapılası yemek sitesi Epicurious'ta dolaşırken buldum. Bizim geleneksel yiyeceğimiz karpuz-beyaz peynirin salatasıdır efendim. Epicurious'ta geçmiş yıllar içinde yayınlanmış karpuz salatası reçetesi hayli fazla. Resimdeki salata karpuz, beyaz peynir, roka ve dolmalık fıstıkla yapılmış. Salata sosunda limon, sirke ve tuz kullanılıyor (Sanırım tarife gerek yok; biraz ondan, biraz bundan, doğrayıp karıştırın işte...). Reçetelerde karpuz ve ricotta peyniri (tatlı lor da olur bence), salatalık, domates, taze nane, fesleğen, semiz otu, balsamik sirke gibi malzemelerle yapılan salatalar da var. Hatta reçetelerden birinde zeytinyağı da kullanılmış. Karpuzun üzerine zeytinyağı dökmek kulağa biraz tuhaf geliyorsa da, İtalyan ve İspanyollar yiyorsa, biz neden yemeyelim? Bu hafta deneyeceğim...

7 Temmuz 2009 Salı

Yemekseverler diyet yapabilir mi?



Adı çok iddialı bir kitap var elimde: Çatal - Yemekseverlerin Gerçek Diyet Kitabı. Kitapçıda görsem şöyle bir karıştırıp yerine koyardım. Bende olmasının sebebi, yazarının doktorum olması. Doktor Murat Görgülü iç hastalıkları uzmanı. Kitabın tanıtım bölümünde, insanların beslenme bozukluğuna bağlı hastalıklar konusunda bilinçlendirilmesi ve rahat okunabilir bir kaynak olması için yazıldığı anlatılıyor. Oysa, kitabın adını görünce ne umuyoruz? Şöyle Mehmet Yaşin gibi ağzımızı şapırdata şapırdata yiyeceğimiz (ama hiç kilo almayacağımız), "damağımızı çatlatan" yemek tarifleriyle dolu bir kitap bulacağımızı umuyoruz, değil mi? Yok öyle bir şey! Yanlış anlaşılmasın, kitapta yemek tarifleri var elbette. Yok dediğim şey, öyle kendimizden geçip önümüze konan her şeyi yiyip de incecik kalmak...

Kitabımıza dönecek olursak, kitabın içinde besin maddelerinden vitaminlere kadar beslenmeyle ilintili pek çok kavram anlaşılır bir dille açıklanıyor. Şişmanlığa bağlı hastalıklar, obezite, diyet türleri ve etkileri anlatılıyor, egzersizin önemi vurgulanıyor. Buraya kadar, gazetelerde okuduklarımızdan pek farklı bir şey yokmuş gibi görünüyor. Hep yazılan temel konular. Kitabın içinde genişçe yer verilen kalori cetvelleri ve ayrıntılı besin değişim tabloları ise diyet yapanların kafalarındaki soru işaretlerini gidermelerine yarayacak bilgiler içeriyor. Aslında bu bilgiler, bence şu bakımdan önemli: Kilo vermeye karar veren biri diyetisyene gider. Eline "bir kibrit kutusu kadar peynir" diye başlayan bir liste verilir. Kişinin işi gücü vardır. Öyle her istediğinde 120 gr. ızgara tavuk göğsü yeme şansı yoktur. Diyetisyenini arar, "şimdi restorandayım, menüye bakıyorum, ızgara tavuk göğsü yerine şunu yesem olur mu?" veya "kiraz bulamadım, şeftali yesem olur mu?" diye sorar. Cep telefonunda uzun uzun pazarlık edilir, "onu ye, ama bunu yeme" diye... Benzeri hikayeler duymuşsunuzdur. Duymadınız mı? Yapmayın, çevrenizde hayatında en az bir defa ünlü ve pahalı diyetisyenlere gitmiş birileri mutlaka vardır. Ve mutlaka diyetisyeniyle bu tür konuşmaları yapmıştır... Özetle, öğrencilik günlerinize geri dönüp, besin türlerini hatırlarsanız, kitaptaki besin değişim tablolarında yer alan hangi karbonhidratın yerine hangisinden ne kadar yerseniz diyetinizin bozulmayacağını kolayca öğrenebilirsiniz. Yemekseverlere iyi haber! Hal böyle olunca da, kitaba göre yiyemeyeceğiniz pek bir şey kalmıyor. Üstelik ölçüler avuçla, bardakla, kaseyle veya adetle. İki köfte kadar et yemeniz gerektiğinde kabaca, göz kararı, ne kadar yiyeceğinizi kendiniz tayin edebilirsiniz. O an seçenekleriniz arasında et yoksa, protein olarak ne alabileceğinizi yine bu değişim tabloları aracılığıyla görebilirsiniz. Kitaba niye "yemekseverlerin gerçek diyet kitabı" dendiğini böylece anlıyoruz. Kitabın yaklaşık dörtte biri yemek tariflerine ayrılmış. Aralarında ekmek tarifleri bile var. Kitabı okuyunca göreceksiniz, ekmek diyetlerde yasaklanan bir yiyecek değil zaten. Aksine, tüketilmesi tavsiye ediliyor (hayır efendim, istediğiniz kadar değil).

Merak edenler kitabın içeriğini buradan görebilir ya da buradan sipariş vererek satın alabilir.

NOT: Bu gibi kitapların teorik bilgilerin derlendiği çalışmalar olduğunu düşünenlere, Doktor Murat Görgülü'nün, kendi de 20 kilo vermiş bir kişi olduğunu not düşmek istiyorum. Bundan sonraki kitabı da sanıyorum Crunch - Sporsevmeyenlerin Gerçek Egzersiz Kitabı adını taşıyacak...

20 Haziran 2009 Cumartesi

Ah, o "ben demiştim" hissi yok mu?



Sonunda bu da oldu! Geçtiğimiz hafta medyamız Ayşe Arman'ın Hello dergisinin 5. yaş özel sayısına kapak olan fotoğraflarını konuştu durdu. Koca koca köşe yazarlarımız işi gücü bıraktı. Kimi "ben de soyunacağım ama bacaklarım çirkin" dedi; kimi "valla mesleğin gerisinde kalmışız, dinozor olmuşuz" dedi...

Necati Doğru'nun "benim bildiğim gazetecilikte, gazeteci haberi aktarandır, kendi haber olmaz" türünden bir ifadesi vardı. Yazısında Arman'ı kınamıyor fakat medyanın farklı bir yöne gittiğinden ve bunun da kendi bildiği gazetecilik anlayısından çok farklı olduğunu söylüyor.

Ah, o "ben demiştim" hissi yok mu? Tekrar ediyorum: Ayşe Arman'ın kanında var. O, blog yazmalı, gazetecilik yapmamalı.

Katılanlar, katılmayanlar...

Yorumlarınızı yazınız lütfen.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Adını unutabilirsin ama tadını asla...


Geçtiğimiz hafta 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde gösterilen Ziyaretçi'nin etkisinden hala kurtulamadım. Finlandiyalı genç yönetmen Jukka-Pekka Valkeapää'nın ilk uzun metrajlı filmi. Adının nasıl okunduğunu asla bilemeyeceğim ve asla doğru telaffuz edemeyeceğim yönetmen, gösterim sonrasında seyircilerle kısa bir sohbet gerçekleştirdi. Finlandiya'da sinema okuduktan sonra reklam filmleri çeken yönetmenin iki kısa metrajlı filmi var ve her ikisi de ödüllü. Ziyaretçi ise (orijinal adı Muukalainen, Fince) hayli uzun bir film ve sizi oturduğunuz yerden alıp bambaşka bir dünyaya götürmeyi başarıyor. Fince çekilen film, belirsiz bir zamanda, belirsiz bir coğrafyada geçiyor. Yönetmen filmin Estonya'da çekildiğini söyledi. Mekan olarak seçilen ormanlık alan ve kulübe o kadar masalvari ki, zaman ve mekan kavramından kopmamak mümkün değil. Tabii grafik sanatlara ve ilüstrasyona özel bir ilgisi olan yönetmenin bu meyili filmin görselliğini de etkilemiş. Her biri birbirinden güzel"resim gibi" kareler, bol sembolizm (kargalar, atlar, zincirler, prangalar)... Filmdeki diyalog sayısı 20-30'u geçmiyor, buna rağmen temposu hiç düşmüyor. Başrol oyuncusu delikanlının ise performansı olağanüstü. Bu yıl festivalde pek fazla film izleyemedim fakat, Ziyaretçi (Muukalainen) ödül alırsa hiç şaşmayacağım.

NOT: Gecenin bir vakti bir Finlandiya filmi izlemek için gelen izleyici sayısı şaşırtıcıydı. İzleyiciler arasında Tülin Özen ve Nuri Bilge Ceylan'ı gördüm.

2 Mart 2009 Pazartesi

Oscar ödüllerinin ardından



Bu sene Oscar ödülleri hakkındaki spekülasyonlara fazla kulak asmadım. Çünkü Slumdog Millionaire'in öyle ya da böyle Oscar alacağı belliydi, Kate Winslet'e bir Oscar verilmezse (artık) ayıp olacaktı, Sean Penn'in oyunculuğunu bildiğimizden aday olması ödülü "kesin alacağının" göstergesiydi...

Ödül töreni öncesinde Mickey Rourke'u favori göstermeleri dikkatimi çekmişti. Film Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan Ödülü de alınca, bu filmi görmek şart oldu. Şansa bakın ki bu sene Ifistanbul'da Oscar adaylarından hem The Wrestler hem Revolutionary Road hem de Slumdog Millionaire gösteriliyordu. Dolayısıyla filmleri görmek için vizyona girmelerini beklemek gerekmeyecekti. (Aslında vizyona girmelerini kim bekliyor ki? Herkes malum yollardan filmin bir kopyasını ediniyor ve izliyor) Slumdog Millionaire'i izlediğini ballandıra ballandıra anlatan arkadaşımdan DVD'sini alıp izledim. İyiydi, hoştu. Sefaletin şiir gibi anlatımı, acıtmadan ajitasyon... Gözümüze sokmak değil, dikkatimizi çekmek... Filmin düşük bütçeli olduğunu okumuştum, tam da bu nedenle daha çok beğeniyorsunuz. Belli ki Akademi Üyeleri de bundan çok etkilenmiş.

Revolutionary Road'a yer bulamadım, The Wrestler'a ise festival bittikten ve Oscar'lar açıklandıktan sonra yapılan ek gösterimde yer buldum. Flmin tanıtımlarında "Randy, artık okul ve müsamere salonlarında dövüşerek geçinmeye çalışmaktadır. Özel hayatında başarısız, kızıyla arası kopuk bir adamdır. Hayranlarının sevgisiyle hayata tutunur. Bir karşılaşma esnasında kalp krizi geçirince, doktoru, Randy’ye bir daha güreşmemesi gerektiğini söyler. Süpermarkette tezgâhtar olarak işe girer, kızıyla ilişkisini düzeltmeye başlar." diye başlayan bir metin görünce dram tarafı ağır basan bir film izleyeceğinizi düşünerek gidiyorsunuz. Mickey Rourke "karakter" oynayacak diyorsunuz. Filmde Mickey Rourke'un ağır işiten kulağına taktığı kulaklığı gece yatarken çıkarıp (tıpkı takma dişlerini yatmadan önce çıkaran ihtiyarlar gibi) başucuna koyması; karavanda yaşaması; neredeyse kazandığı bütün parayı steroidlere harcaması gibi sahnelerle çok başarılı bir "kayan yıldız" portresi çizilmiş. Bir de feleğin çemberinden geçmiş, "düşmüş" bir kadınla (striptizci Cassidy) olan ilişkisi anlatılıyor. Of of of! "Ben bu filmi görmüştüm" dedirtiyor adeta. Fakat Aronofsky burada yapacağını yapmış; film sürpriz bir sonla bitiyor. Mickey Rourke'un oyunculuğunda beğenmediğiniz bir şey olamaz. Rolünün hakkını vermiş. Hatta bu rolü Nicholas Cage'in oynamadığı da iyi olmuş. Oscar'a neden aday olduğunu da neden alamadığını da anlıyorsunuz (Yeteri kadar Oscarlık değil çünkü). Benim bu filmde anlamadığım, bağrı yanık ve fedakar anne(?!) Cassidy'yi canlandıran Marisa Tomei'nin Oscar'a nasıl aday olduğu... Ona aklım hiç ermedi açıkçası...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails