29 Nisan 2007 Pazar

Panini nedir, ne değildir?


Nişantaşı'na yaz geliyor. İmkanı olan bütün kafeler kapı önüne masa atarak yaz bahar aylarının güzel havasından müşterilerinin istifade etmesini sağlamaya çalışır. Haziran sonuna doğru okullar kapanınca, bütün müşteriler Bodrum, Çeşme ya da Boğaz'da olacağından, güzel hava sezonu tam da şu günlerdir.

Milli Reasürans Çarşısı'na geçtiğimiz haftalarda açılan Aşşk Cafe, Boğaz'a şube açmak yerine, Kuruçeşme'den sonra Nişantaşı'na taşınarak ilginç bir girişim örneği gösterdi. Neyse, görünüşe göre "iyi yere dükkan açma" avantajından yararlanacak, "iyi iş yapacak"...

Aşşk Cafe, normalde gidip birşeyler yemek-içmek için tercih edeceğim yerlerin başında gelmez. Kuruçeşme'deki yerini de şirinliği ve deniz kenarı olmanın cazibesi olmasa, çekilmez bulurum. Lüzumsuz pahalı ve şöhretinin hakkını veremeyen bir yerdir benim için. Geçen gün arkadaşım Şule Uslutekin telefonda "Aşşk Cafe'de oturuyoruz" deyince, ben de yanlarına gittim. Ve bu yazıyı yazmama neden olan paniniyle tanıştım (?!). Mönüdeki sandviçler hanesinden "mozzarella ve domatesli panini"yi seçerken tereddüt etmemiştim ve hayalimde resimdeki gibi bir panini yemek vardı. (Martha Stewart'ın sitesinden aldım resmi, resimdekinde jambon da var, benim ısmarladığımda yoktu...)

Yirmi dakika-yarım saat kadar bekleyip "sandviçim hala hazır olmadı mı?" diye iki defa sorduktan sonra, kare porselen tabakta düdük gibi, minnacık bir sandviç geldi. Bildiğimiz büfe tipi sosisli sandviç yapılan ekmekte... Tost makinesinde ısıtıldığı için iyice yassılmış ve küçülmüş, yumuşak bir ekmek olduğu için adeta ezilmişti. Garsona "bunu panini ekmeği olduğundan emin misiniz?" diye sorduğumda gayet emin bir şekilde "evet, iyice ısınması ve peynirin erimesi için makinede beklettik, onun için geç geldi" dedi. Tecrübelerim bu noktadan sonra garsonlarla tartışmamak gerektiğini söylüyor. O dakikada büfe tipi sandviç ekmeğine tost makinesinde yapılan işkenceyi görmezden gelmek, iyice eridiği için tanınmaz hale gelmiş o peynirin mozzarella olduğunu varsaymak ve hayal kırıklığınıza 11 lira ödeyerek "Aşşk Cafe'de ne güzel yedik, içtik. Bu nezih mekanda bulunmaktan çok mutluyum" gülümsemesiyle yemeğe devam etmekten başka yapacak bir şey yoktur. Çünkü "ama panini ekmeği böyle olmaz ki..." diye mızmızlanacak olsam, Şule beni azarlar ve "sipariş vermeden önce sorman gerekirdi" der.

Geçmişte, adı Panini olan bir restoranın pazarlama ve iletişim sorumlusu olarak çalışmış biri olarak, garsona "panini ekmeği nasıl bir şey?" diye sormama da bu konuyu Şule ile tartışmama da gerek yok. Panini ekmeği (aslında ciabatta tipi ekmek kullanılır) aşaği yukarı resimde gördüğünüz gibi bir şeydir. İtalyanca'da "pane" ekmek demektir, "panino" küçük ekmek somunu (sandviç ekmeği) anlamına gelir. Panini ise, "paninoyla yapılan sandviç(ler)" için kullanılan, panino'nun çoğulu bir kelimedir. İtalya'da bizdeki büfeler gibi ekmek arasına peynir, domates, jambon vb. konarak (ısıtarak ya da ısıtmadan) panini yapan yerler çok popülerdir. Ciabatta (çabata diye okunuyor) ekmeği de beyaz undan ve mayalı hamurdan yapılan, ev yapımı ekmekler gibi kalın ve kıtır bir kabuğu olan bir ekmek türü. Marketlerde iri somun halinde satılıyor, sandviç yapılacaksa küçük (bazen de uzun) somun halinde olabiliyor. Asla ve asla sünger gibi kabuksuz ve tost makinesinde ısıtılırken ezilmiş halde olmuyor. Aşşk Cafe'nin aşçısına, işletmecisine ve tüm paniniseverlere hatırlatmak istedim...

NOT: İsteyenler Martha'dan daha farklı panini fotoğraflarına ve tariflerine göz atabilir.

28 Nisan 2007 Cumartesi

Afiş sarı, mizah kara...




Festivalde izleme şansı bulduğum Miss Little Sunshine (Küçük Gün Işığım) filmini yazmak için vizyona girmesini özellikle beklemiş değilim ama, bu haftaya kısmetmiş.
Miss Little Sunshine, bu yıl Oscar ödüllerinde en iyi özgün senaryo ödülü (bileğinin hakkıyla) almış, ayrıca Alan Arkin'e de en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ı kazandırmıştı. Bu nedenle festivalden sonra gösterime girmesi festivalde izleyemeyenler için çok iyi oldu.


Spoiler uyarısı: Miss Little Sunshine baştan sona kadar sıkılmadan, keyifle izleyebileceğiniz bir yapım. Fakat karşılaşacağınız her şeye önceden hazır olun. Basit bir aile ya da yol komedisi değil çünkü. Son yıllarda Amerikan sinemasının çıkardığı en ilginç yapımlardan biri olarak kah güldürüyor kah düşündürüyor kah hicvediyor. Üstelik toplumda son derece marjinal olduğunu düşündüğünüz olguların (eşcinsellik, pornografi, uyuşturucu kullanımı vb.) çok da uzaklarda olmadığını, içimizde yer aldığını görmek sizi biraz sarsabilir (beni pek sarsmadı : )).

Bu girizgahtan sonra, "Bayan Küçük Gün Işığı yarışmasının (Amerika'da çok popüler olan küçük kız çocuğu güzellik yarışmalarını şirin göstermek için böyle şatafatlı isimler bulurlar) sıradan gibi görünen bir Amerikan ailesinin hayatında neleri değiştirdiğini anlatıyor film" diyerek özetlemek istiyorum. Filmin fragmanını buradan izleyebilirsiniz. Miss Little Sunshine'daki performansıyla en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ına aday gösterilen minik oyuncu Abigail Breslin'den film boyunca gözlerimizi alamayacaksınız. Film aslında bütün aileyi konu alıyor, dolayısıyla belli bir baş rol oyuncusunun maceralarını değil, bir olayı anlattığı için, filmdeki herkesin performansı önemli. Hatta afişte yer alan döküntü sarı Volkswagen minibüs bile... Zira film boyunca aileye eşlik ediyor ve kırılan dökülen her parçası da aileyi ayrı bir maceraya sürüklüyor.

Filmin sürpriz yaratan, şok edici etkisini bozmamak için tek tek karakterleri anlatmayacağım. Burada daha çok senaryonun çıkış noktası olan küçük kız çocuğu güzellik yarışmaları hakkında bir-iki şey söylemek istiyorum. Bu nedenle filmden çarpıcı olduğunu düşündüğüm iki kareyi seçtim. Üstte kızımız Olive, 6-7 yaşında orta halli bir ailenin çocuğu neye benziyorsa ona benziyor. Aklı fikri bu tür bir güzellik yarışmasında derece almak olduğundan, evde kendi kendine provalar yapıyor. Bu karede de kazanan güzellik kraliçelerinin yaptığı gibi ellerini yanaklarına koyup çığlık atıyor (prova canım...).

Alttaki resimde ise, Olive'in Miss Little Sunshine yarışmasında rakibi olan diğer kızlar var. Tabii yarışma dışında onlar da Olive gibiler ama, bu çocuk güzellik yarışmasında anneleri tarafından birer karikatüre dönüştürülmüşler. Filmde yarışma salonunda oturup kızları izleyen kaslı vücutlu ve pis bıyıklı bir tip var. Olive'in babası "sizin kızınız da yarışmada mı?" diye sorduğunda "sen ilk defa geliyorsun galiba" diye cevap veriyor. Anlıyoruz biz onu... Çocuk pornosu kaynağını nereden alıyor, bu insanların fantezilerini neler süslüyor falan... Senaryo yazarımız ince ince dokunduruyor... Bu arada büyükbabasının yarışmada rakiplerini ezip geçmesi için Olive'e öğrettiği dansı (?!!) da görüyoruz. Yarışma jürisinin küçük kızların küçük birer geyşa gibi süslenip arzı endam etmesini yadırgamayıp, yetişkin dansı yapmasını yadırgamasına gülüyoruz. Bunu komik buluyoruz, ama komik olmadığını biliyoruz. İşte Miss Little Sunshine, "dokunduran" anekdotlardan örülü senaryosu ile pembe bir çerçevede kara mizah sunuyor. Anlayana, tadını çıkarabilene...

25 Nisan 2007 Çarşamba

"Balığınızın yanına iPod alır mıydınız efendim?"



Hafta sonları Hürriyet'te Arman Kırım'ın yazılarını merakla okuyanlardan mısınız, yoksa "aman, Arman Hoca yine uçuyor" diyenlerden mi? Ben birinci gruba giriyorum, sizin de o gruba girdiğinizi var sayıyorum. O yüzden Arman Hoca'nın sık sık övgüyle bahsettiği Fat Duck restoranında yakın zamanda başlatılan iPod servisi uygulamasının okuyucularıma ilginç geleceğini düşündüm. Yemek siparişinizi verdiğinizde, yanında bir de iPod getiriliyor. Ne için mi? Yemeğin tadına daha iyi varabilmeniz için. İngiltere'ye gidip gördüğümüz yok, ama söylenenlerden, yazılanlardan bildiğimiz kadarıyla Fat Duck'ın yaratıcısı ve baş aşçısı Heston Blumenthal, yemeklerinin müşterilerinin tüm duyularını etkilemesine çok önem veriyor. Görünüm muhteşem, lezzet muhteşem, kıvam muhteşem, koku olağanüstü... Bir de kulağınızda yer edecek sesler eşliğinde sunulursa... İşte mönüye yeni eklenen The Sound of Sea (Denizin Sesi)seçeneğindeki -ki 17 çeşitten oluşan özel bir tadım mönüsü bu- her yemek için, müşterilerin lezzet yolculuğuna eşlik edecek ses kayıtları hazırlatmış Blumenthal. Deniz mahsulleri yerken, sahili döven dalgaların, martıların sesi eşliğinde kendinizi kaptırıp gidebilesiniz diye...

NOT:
Fat Duck'a gitmek için web üzerinden ya da telefonla rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Ama en yakın iki ay sonrasına yer ayırıyorlar (Buna da şükredin, Barselona yakınlarındaki ünlü El Bulli'de onu da bulamıyorsunuz...).

22 Nisan 2007 Pazar

Değer katmak...




Geçen yıl İspanya'nın şaraplarıyla ünlü Rioja bölgesinde açılan bir otel, ilginç şekliyle internette ve gazete köşelerinde bolca yer almıştı. Bizde mimarlık sanattan sayılmadığından, şimdi mimarın adını sorsam kimse hatırlamaz (gerçi resim ve heykel sanat sayılıyor da ne oluyor? Kaçımız 5 tane, dünyaca ünlü ve şu anda yaşayan çağdaş ressam sayabilir?). Otelin adını ise hiç hatırlamayız. Neyse, didaktikliğimle okuyucuyu kıvrandırmayayım: Ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarladığı Hotel Marques de Riscal, kırmızı, altın ve gümüş rengi dalgalı metalik çatılarıyla geçen yıl çok konuşulmuştu.

Efendim İspanya'nın bağlık bahçelik kırsalında, ne alaka tasarım otel yapıp, içine de spa açıp, odalarını da Bang&Olufsen televizyonlarla donatmak? Dubai'ye ta uzaydan bile görülen palmiye şeklinde ada yapıp (kitsch'lik abidesi), üstüne 200 tane villa kondurup, ateş pahasına satmak ne alakaysa, o alaka... Bu oteli yapmayı akıl edenler, "katma değeri yüksek ürün/hizmet" kavramını çok iyi anlamışlar belli ki. Zira öylesine bağlık bir araziye pahalı, değerli (tasarım değeri yüksek) ve son derece konforlu bir otel yaptırıp, İspanya'ya gelenleri o otelde daha iyi ağırlamayı vaad ediyorlar. Sadece bu değil, oteldeki Caudalie Spa, üzümden üretilen çeşitli kozmetiklerin kullanıldığı lüks bir arınma ve bakım merkezi. "Gelin, tabiatın ortasında, üzümün bütün nimetlerinden (yemek, şarap, kozmetik, manzara, Allah ne verdiyse...) yararlanın" diyerek beni bile ayartabiliyorlar. Yatırımlarının meyvesini toplamaya başladılar mı? Evet, daha şimdiden Rioja'daki Caudalie Spa, Conde Nast Traveler'ın 2007 Hot List'ine girdi bile. Başarılı girişim diye buna derim ben...

NOT: Caudalie Spa, şu günlerde Arnavutköy'deki pahalı ötesi Hotel Les Ottomans'ın içinde de bir şube açtı. Fotoğraflarını basınla paylaşırlarsa, burada yer vereceğim inşallah...

20 Nisan 2007 Cuma

Salatayı kurulasak da mı saklasak?


Resimdeki nesnenin bir salata kurutucusu olduğunu, fiyatının da 24 dolar olduğunu söylesem, "aman, bir o eksikti" diyecek çok kişi tanıyorum. Salata sebzelerini yıkadıktan sonra kurutmanın önemli olup olmadığına bugüne kadar pek kafa yormamış olabilirsiniz. Fakat son derece önemlidir. İyice yıkanıp kurutulmuş salata yapraklarını kapalı kap içinde ya da naylon poşette buzdolabında 1-2 gün daha bozulmadan saklayabilirsiniz. Biraz olsun ıslak kalmışlarsa hemen bozulurlar. Kurulanmış yapraklarla yapılan salata, sosun lezzetini daha fazla öne çıkarır ve sunumda daha canlı görünür. Sağlık bakımından da çok önemli bir nokta: Salata malzemenizi musluk suyuyla yıkıyorsanız, sonrasında mutlaka kurulamalısınız. Çünkü bazı binalarda depodan gelen su kullanılıyor ve bu su çeşitli bakteriler içerebiliyor. Islak salata yapraklarını yediğinizde ise, suyu içmiş kadar oluyorsunuz. Bu gibi riskler yüzünden otellerde ve restoranlarda musluk suyu arıtma cihazlarından geçer. Salata kurutucusu olarak da koca koca santrfüjlü kazanlar vardır. Yukarıda gördüğünüz OXO markalı kurutucu evde kullanmak için ideal. Chefscatalog.com'da satılıyor. Kapağındaki düğmeye basıldığında içteki süzgeçli kabı döndürerek, su damlacıklarının dıştaki kaba atılmasını sağlıyor. Aynı zamanda saklama kabı olarak da kullanılabiliyor.

16 Nisan 2007 Pazartesi

Toys For Boys 1: Lamborghini kahve makinesi



Toys For Boys diye bir seri yeni üründen bahsedeceğim. Küçükkken oyuncak kamyon ya da trenle oynamaya doyamamıs erkekler için üretilen, fiyatıyla fonksiyonunun oranlanamadığı, günlük hayatta kullanımı pek mümkün olmayan birbirinden şahane şeylere genel anlamda "toys for boys" deniyor. Bundan şık, pahalı, düğmesine basınca mutlaka sizi şaşırtacak bir numarası olan her türlü cihazı (elektrikli, mekanik, elektronik) anlayabilirsiniz. İşte onlardan biri: Lamborghini'nin ürettiği özel kahve makinesi. Makinenin bir sürü özelliği var, ama hiçbiri çok şık görünmesi ve Lamborghini markasını taşıması kadar havalı değil. Sağ taraftaki kolun da orijinal vites kolu gibi yapıldığını görebiliyorsunuzdur sanırım... Sadece 1000 tane üretilmi1750 Dolar. Mutfağınızda şahane bir takım oluşturmasını isterseniz Lamborghini markalı çekirdek kahve de üretilmiş. Paranız varsa alın, yoksa sadece bakın, başka soru sormayın...

14 Nisan 2007 Cumartesi

Apocalypto (nihayet!)


Nihayet Cuma akşamı Apocalypto'ya gidebildim. Bunca zamandır ha gittim ha gideceğim diye karın ağrısı yapmama değdi. "Mayalar hakkında gerçeği hiç yansıtmıyor", "çok hazla kan ve şiddet var" türünden eleştirilere kulak asmadım. Ormandaki köyünden tanrılara kurban edilmek üzere tutsak alınan ve tapınağa götürülen insanların başına gelenlerin anlatıldığı bir film, üstelik afişinde elinde bıçak tutan bir savaşçı var. Pembe tablolar beklemiyorduk elbette...

Başlangıcında "Hiçbir medeniyet içten içe çökmediyse fethedilemez" sözü yer alan Apocalypto, gayet didaktik bir şekilde "bir hikaye anlatıyorum, mesaj da budur" diyerek işini baştan sağlama alıyor. Sonra ormanda mutlu mesut yaşayan avcı bir kabilenin köyünün basılması ve kadınlı erkekli tutsak edilmelerini izliyoruz. Filmin kahramanı Jaguar Pençesi, ormandan başka bir yer görmemiş, avlanmaktan başka bir tasası olmayan kendi halinde bir genç adamken; önce ailesini korumak, sonra da özgürlüğü için kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor... Filmin sonlarında, av olarak kovalanan Jaguar Pençesi'nin kendi topraklarına geldiğinde avcı olarak peşindeki adamları teker teker avladığını, düşmanlarından kurtulduğunu, kahraman olduğunu görüyoruz. Topraklarına İspanyol işgalcilerin geldiğini gördüğümüz son dakikalarda ise karısını ve çocuklarını alarak ormanın derinliklerine doğru gidiyor ve "yeni bir hayat" arayan pasifist-bilge karaktere dönüşüyor.

Yönetmen Mel Gibson olunca, İsa'nın Çilesi'nde olduğu gibi bu filmin de ortalığı karıştırması beklenirdi. Nitekim öyle oldu... Filmdeki insan kurban etme sahnelerinin Mayalar'dan çok Aztekler'e özgü ritüeller içerdiği konusunda eleştiriler yapıldı. Filmde kullanılan mekanların, duvar resimleri ve süslerin, Maya İmparatorluğu'nun çöküşünden çok öncesine ait olduğu, İspanyol işgalcilerinse, Maya İmparatorluğu yıkıldıktan 300 yıl sonra bu topraklara geldiği filmdeki tarihi yanlışlıklar olarak değerlendirildi. Filmdeki güneş tutulması sahnesinin birkaç dakika sürmesi (genellikle birkaç saat sürer), bunu takip eden gecede dolunay olması (güneş tutulmaları ayın yeni ay halindeyken gerçekleşir) da Mel Gibson'a "abi, biraz abartmışsın" dememiz için yeterli malzeme sağlıyor. Yine de tüm bunlar filmi baştan sona - ki 139 dakika sürüyor (abi, hakikaten abartmışsın be)- ilgi ve heyecanla izlememize engel olamıyor. Başlarda filmin kahramanının Jaguar Pençesi olup olmadığını pek anlayamazken, doğa, özgürlük, işgal, koru, cesaret, aile vb. kavramlar ve metaforlar yağmuru içinde ıslanırken (ben de metafor yaptım), filmin ikinci yarısında Jaguar Pençesi'nin karısından önce biz dokuz doğuruyoruz.

YÖNETMEN DEDİĞİN JAGUARI BİLE OYNATIR
Apocalypto'dan hiç unutamayacağım birkaç sahne var, bunlardan bahsetmeden geçemeyeceğim. İlki, Jaguar Pençesi'nin rüyasında korkan köylünün elinde kendi kalbini tuttuğu sahne. Korku ve av olma, çaresiz olma durumu daha iyi nasıl anlatılırdı bilemiyorum. Bir diğeri de Jaguar Pençesi'nin Maya şehrinden ve peşindeki savaşçılardan kaçarken başsız insan bedenleri, kollar ve bacaklarla dolu koca bir çukura düşmesi sahnesi. Burası korkutucu olmaktan çok şaşırtıcı ve şok edici bir sahne. "Adamlar binlerce kişiyi doğramış, cesetleri gömmeye bile zahmet etmemiş, sen busun, peşindekiler de bunu yapanlar" diye bir mesaj tokat gibi çarpıyor. Şelaleden atlama sahnesinin de çok etkileyici olduğunu, ormandaki kovalama sahnelerinin bu kadar zengin görsellik içermesinin filmi unutulmaz yapacağının da altını çizeyim.

Filmde çoğu Maya yerlilerinin torunları olan ünsüz Meksikalı oyuncularla, Amerikalı yerliler rol alıyor ve Mayalar'ın dili olan Yucatec lehçesi kullanılıyor. Başrol oyuncusu olan Jaguar Pençesi'ni canlandıran Rudy Youngblood da aslında atletizmle uğraşan bir sporcu. Hal böyleyken filmde kimsenin kötü oyunculuğuyla canımızı sıkmaması, hiç aşina olmadığımız Yucatec dilinin kulağımızı tırmalamaması, av sahneleri ve jaguarın adam yediği sahnenin bile son derece inandırıcı olması yönetmenin dogallığa vegerçekçiliğe çok önem verdiğini, dahası bunu gerçekleştirmeyi de başarabildiğini gösteriyor. En iyi oyuncuların bile vasat olduğu filmlerde yönetmenin oyuncuyu yönlendiremediği, "oyun vermek" tabir edilen yönetim becerisini gösteremediği söylenir. Burada durum tam tersi, yönetmen jaguarı bile oynatmış. Daha ne diyeyim...


NOT: Filmle ilgili pek çok şey okumuş olabilirsiniz. Ben, gösterime girdiğinin dördüncü haftasında yazdığım için zaten okuduklarınızı tekrar etmek istemedim. Daha önce yazdığım 300 Spartalı yazıma Çember Net üzerinden çok fazla sayıda tepki gelmişti. Apocalypto ve 300 Spartalı'nın yönetmenlerin, senaryo yazarlarının fantazi dünyasındaki kahramanlık hikayeleri olarak filme döküldüğünü düşünüyorum, o gözle bakıyorum ve izlerken çok da keyif alıyorum. Sinema filmi çekmek büyük bir ekiple yapılan pahalı bir iştir ve bir filmin başarısı da eleştirmenlerin o film hakkında ne dediğiyle değil, gişe hasılatı, DVD satışı ya da toplamda yapım şirketine kazandırdıklarıyla (ödül, prestij, yetenekli yeni bir oyuncu ya da yönetmen vb.) ölçülür. 300 Spartalı Türkiyede gösterime girdiği 3. haftanın sonunda 646.107 kişi tarafından izlendi, gösterimi devam ediyor. Apocalypto'nun 3. hafta sonundaki bilet satışı 102.024 adet, gösterimi devam ediyor.

12 Nisan 2007 Perşembe

Bi türlü gidemedim: Apocalypto



OKURLARIMDAN ÖZUR DİLERİM

300 Spartalı yazıma hem bu blogtan, hem Çember Net'ten çok fazla hit geldi. Tatlı Hayat'a arama motorlarından ulaşanların büyük çoğunluğu da "sinema" ilintili konulardan yönlendirildiği için, hemen her hafta bir sinema filmi hakkında yazma kararı almıştım. Sırada Apocalypto ve Pan'ın Labirenti vardı (okuyucularımdan birinin deyimiyle "erkek filmi"). Yazmaya utanıyorum ama Apocalypto'ya her gitmeye kalkışımda bir aksilik çıktı. Bu akşamki dördüncü teşebbüsüm de Kanyon'daki CineBonus'ta akşam seansı olmaması nedeniyle hüsranla sonuçlandı (Ne yani, öğle ya da sabah seansında mı izlenecek bu film?). Araya bir de İstanbul Film Festivali girdi...

Şimdi Nur Çintay'lık edip "onu yedim, bunu yiyemedim, bunu gördüm, bunu göremedim, erken yattım, geç kalktım" diye son üç haftanın dökümünü yapmayayım. Kısa yoldan okurlarımdan özür dilerim. Siz şuradan Apocalypto'nun fragmanını bir daha izleyin. Ben en kısa zamanda filmi izleyip, yorumlarımı yazacağım.

NOT: Filmi görmemiş olanlar için: Mel Gibson hakkında ne dendiğini bir kenara bırakın. Son zamanlarda hiç bu kadar güzel bir afiş gördünüz mü?

11 Nisan 2007 Çarşamba

Herkesin bir konsepti var (mı acaba?)



Daha önce Robert's Coffee'nin logo ve kurumsal renk bakımından Starbucks'a ne kadar benzediğini anlatan bir yazı yazmıştım. Nişantaşı'na yeni açılan Barnie's'in de (üstelik Starbucks'ın tam karşısına) duvarlarında ve kurumsal sitesinde şu ilüstrasyonu görünce, Gloria Jeans'e ne kadar benzediğini düşünmeden edemedim.

Barnie's de zincir kahveci-kafe. Yakın zamanda pek çok yeni şubesi açılacak. Stabucks'tan Gloria Jeans'e benzer yönde farklı: Mesela kahve daha pahalı, masalara servis var, dekorasyon daha özenli, yiyecek çeşitleri daha fazla (genellikle kafe yemekleri)...

Cumartesi akşamı sevgili Ayşegül Eberdes'le uğradık. Mönüyü ayrıntılı incelemedim, çünkü "her zamankinden" içtim (kahve söylenmesi gerekiyorsa, tercimim her zaman filtre kahvedir. Filtre kahve yoksa Americano ya da sade Türk kahvesi söylerim. Karar vermem hep kısa sürer). Etrafımızda dört dönen garsonlar (olumlu anlamda söylüyorum) ve küçük boy kahveye 5.5 YTL vermemizin dışında, diğer zincir kahvecilerden farklı pek fazla bir şey göremediğimizi söyleyebilirim. Yemeklerini ve çeşit çeşit kahvelerini inceleyip, ileride daha geniş bir yazı yazacağım...

9 Nisan 2007 Pazartesi

Bu da Starck'a kapak olsun!


Ünlü mimar Zaha Hadid, WMF firması için çatal-bıçak takımı tasarladı. Şimdilik sadece Amerika'da satışa sunulan bu takım, eğlenceli formuyla başka bir dünyaya aitmiş hissi uyandırıyor. Bu ürünün satıldığı Unica Home'da takım fiyatı 250 dolar olarak yazılmış. (6 kişilik takım fiyatı olabilir mi acaba?) Kürdandan tuvalet fırçasına kadar her şeyimize el atan Philippe Starck'a kapak olsun. Hayalgücü sadece onda mı var?

7 Nisan 2007 Cumartesi

Bi film yaptım, herkes beğensin diye...



Son günlerde televizyonda, internette, orada burada, her yerde bir trailer dönüyor. Uma Thurman'ın başrolünde oynadığı kısa film Mission Zero, Youtube'un da en çok tıklanan videolarından biri. Pirelli tarafından yönetmen Kathryn Bigelow'a çektirilmiş, Los Angeles caddelerinde otomobille heyecan dolu kovalamaca sahnelerinin yer aldığı 8 dakikalık bir film Mission Zero. Pirelli'nin yeni lastiği PZero'nun reklamını yapan ve firmanın sloganı olan "kontrolsüz güç, güç değildir"in altını bir kez daha çizen bir yapım.

Filmin başrollerinde iki sarışın var. Biri Uma Thurman, diğeri sarı bir Lamborghini Gallardo. Kill Bill'deki sarı giysileri ve filmin Uma Thurman'lı sarı afişi, zihinlerimize Uma Thurman = Sarı = Sarışın = Aksiyon kavramlarını iyice kazımıştı. Yapımcılar da biraz bundan ilham alarak, biraz da Pirelli'nin kurumsal rengi olan sarıdan yola çıkarak bol aksiyonlu ve "cayır cayır sarılı" bir film hazırlamışlar. Linkini yukarıda verdim, keyifle izleyin diye.

Pirelli'nin efsanevi takvimlerinin teması her zaman güzel kadınlar ya da kadın güzelliği oldu. Firma şimdi de özel filmler hazırlatarak marka imajını güç, çeviklik, kontrol ve beceri kavramlarıyla özdeşleştirmeye çalışıyor. Fakat otomobillerin yanında yine güzel kadınlar var, zira bir önceki film "The Call"da da Naomi Campbell oynuyordu.

Mission Zero'yu izleyip beğenmeyen hemen hemen yok gibi. Çünkü başrollerindeki iki sarısın da erkeklerin rüyalarını süsleyen erişilmez varlıklar. Yine de film gerçekten tamamen kopuk değil; reklam ilintili olduğundan, önümüze kendimizi filmin kahramanlarıyla özdeşleştirmemizi sağlayacak, erişilebilir birşeyler koyuyor: Dört tane Pirelli lastik. Yani reklamcılığın başarı anahtarı: "Onu arzula, bunula idare et" : )) İyi seyirler...

5 Nisan 2007 Perşembe

Tatlı Hayat okurlarının katkılarıyla...



Sahne sanatçıları için seyirci neyse, yazar-çizerler için de okuyucu odur. Ancak aradaki fark, izleyicinin alkışlarıyla tepki vermesi, okuyucunun biraz daha pasif olmasıdır. Son zamanlardaki en hoş gelişme, Tatlı Hayat okurlarından yorumların dışında da tepkilerin (çoğunlukla olumlu) gelmesi. Gmail'deki kutuma gelen her bir e-posta'ya ne yazık ki tek tek cevap yazamıyorum. Ancak ortak soru ve beklentiler için kısaca özet geçebilirim:

* İsteklerinizi ankete oy vererek gösterebilirsiniz:
"Daha çok sinema yaz", "daha çok yemek yaz" gibi talepler var. Sağ tarafa bir anket kutusu açtım. Mayıs ayına kadar orada kalacak, lütfen hangi başlıkları daha sık görmek istediğinizi bir tıkla bildirin.

* İstemediklerinizden bir tıkla kurtulabilirsiniz:
Tatlı Hayatta Bu Hafta başlığı ile gelen bilgilendirme maillerini istemeyenler "Reply" yapmak yerine, gelen mailin sol alt köşesindeki "Unsubscribe" (Beni Listeden Sil) linkine tıklayabilir, sistem tarafˆndan otomatik olarak mail gönderim listesinden çıkabilir.

* Yeni eklenen her yazıyı anında görebilirsiniz: Sağda turuncu bir ikon ve "Bu sitede yazılanları takibe al!" linkini göreceksiniz. Bu RSS ya da alternatif okuyuculara Tatlı Hayat'ı kaydetmenizi ve her gün bu adrese girmeseniz de yeni başlıklarını okuyucunuza aktarmanıza yarar. Dilerseniz WidgetBox'taki web widget'ımızı da kendi blogunuza ya da sitenize ekleyerek, burada olan-biten herşeyi dostlarınızla paylaşabilirsiniz.

* Tatlı Hayat'ı ilk defa görüyorsanız:
Yine sağda yer alan "Beni haberdar et!" bölümündeki kutucuğa e-posta adresinizi bırakabilirsiniz. Size onaylamanız için bir link gönderilecek ve linki onaylamanızdan sonra da haftalık Tatlı Hayat bültenleri e-postanıza ücretsiz olarak gönderilecektir.

* Tatlı Hayat'ta yazılan bir yazıyı beğendiyseniz: Yazının hemen altındaki zarf işaretine tıklayarak bu yazıyı e-postayla başka bir arkadaşınıza gönderebilirsiniz. Eğer blogunuzda, sitenizde, derginizde ya da başka bir yayında kullanmak isterseniz lütfen kopyalamak yerine nmutlu@gmail.com adresine yazın. Yazılarımın başka yerde yayınlanmasına izin veriyorum, ancak bunun için "izin" almayı ihmal etmeyin : ))

* PR Şirketleri ve Reklam Ajansları için not:
Blogumu bir "yayın" olarak görüp ciddiye almanız ve basın bültenlerinizi göndermenizden çok memnunum. Ancak alışılageldiği üzere bültenden ürün ya da mekan tanıtımı yapmıyoruz. Tatlı Hayat'ta yer alan restoran vb. mekanlara bizzat gidiyorum ya da fikirlerine güvendiğim kişilerin izlenimlerini sizlerle paylaşıyorum. Okuyuculardan dileyen herkes yorum yazabiliyor. Yorumların "of, şahane, enfes, harikulade" ya da "berbat, rezil, iğrenç, feci pahalı" gibi kelimelerle neden göstermeksizin övücü ya da yerici olanlarına ne yazık ki onay veremiyoruz, ancak "şu nedenle şöyle olduğunu düşünüyorum, beğeniyorum, beğenmiyorum" gibi görüşlere blogumuz açık.

NOT: Yukarıdaki resim Beyoğlu'ndaki Artiste Terasse'nin basın bülteninden. Mekanı henüz görmediğim için ayrıntılı bir metin yazmamaya, fakat sizleri de böyle bir restoranın varlığından haberdar olmaktan mahrum etmemeye karar verdim. İleriki bir tarihte yazacağım, o zamana kadar www.artisteterasse.com'dan gerekli bilgileri alabilirsiniz.

3 Nisan 2007 Salı

Formda kalmak için sadece 30 dakika



Amerika'dan dünyaya yayılan ve bir fitness fenomeni haline gelen Curves, çok yakında Türkiye'de. Sadece kadınlar için tasarlanan sistem, kardiyovasküler sistemi güçlendirerek formda kalmayı ve kilo vermeyi sağlıyor. Curves sistemi haftada üç kez, 30'ar dakikalık programlardan oluşuyor. Türkiye'deki ilk şubelerini Nişantaşı ve İstinye'de açılacak olan Curves, dünyada 55 ülkede kadınlara sporu sevdirmeyi ve günlük hayatta daha yaygın kullanılmasını amaçlıyor. Ayrıntılı bilgi için www.curvesturkey.com

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails