28 Şubat 2007 Çarşamba

Ne biliyoruz ki?*



Geçen gün gazetelerde Antarktika'daki buzulların erimeye başlamasıyla bölgede inceleme yapan bilim adamlarının keşfettiği yeni canlı türleri ile ilgili haberler ve fotoğraflar yer aldı. Sadece sokaktaki insanın değil, bilim adamlarının da hiç görmediği, sınıflandıramadığı bu canlı türleri arasında deniz kabukluları, deniz hıyarları, ahtopotlar vardı.

Son yıllarda seyrettiğim belgesellerde okyanuslarda 8 bin metrenin altında güneş ışığı olmayan yerlerde, hatta hatta toprağın binlerce metre altında, sülfürlü ve oksijensiz ortamlarda bile yaşayabilen organizmalardan bahsediliyor. Antarktika'da dondurucu sıcaklıklarda yaşayabilen canlıların keşfi de bu nedenle bizim için yeni, fakat yeryüzünde hayatın devamlılığı bakımından hiç de şaşırtıcı değil.

Bizler, ormanları yok edip, havayı kirleterek kendi türümüzün devamı için diğer türlerin varlığını tehdit ediyoruz. Bunun etik olup olmadığı, ihtiyaç olup olmadığı tartışmalarına girmeyeceğim. (Kişisel olarak kürkünü giymek için ya da etini yemek için hayvanların öldürülmesine karşı değilim. Tabiatta her canlı, kendi ihtiyacı için bir diğerinin hayatını elinden alabilir. Katliam başka bir şey, bunu tartışmanın yeri burası değil...) Fakat National Geographic ve Discovery Channel'ı daha çok seyretmeliyiz. Bilmekle bilmemek arasında dağlar kadar fark var. Bilmek, dünyayı ya da olayları algılamamızı değiştiriyor. Bu da düşünce biçimimizi ve davranışlarımızı...

Uzayda yaşam var mı, yok mu? Oksijensiz, güneş ışıksız ve dondurucu soğuklarda bile yaşam belirtileri bulunabiliyorsa...

Her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Dünyaya hakim olduğumuzu da. Oysa bildiğimizi sandığımız şeylerin çoğu da pek doğru değil... Mesela yakın zamanda İsa'nın mezarı olduğu söylenen bir lahit bulundu. Macdelli Meryem ile evlendiği ve bir çocukları olduğu söyleniyor. Doğru olmayabilir. Ama ya doğruysa?


*Bu yıl İfistanbul'da ikinci bölümü de gösterilen What the Beep Do We Know? - Ne Biliyoruz ki? filmine atfen...

26 Şubat 2007 Pazartesi

Oscar gecesini kuaförler sabote etti!




Dün gece 79. kez verilen Akademi Ödülleri'nin heyecanla beklenen ödül törenini naklen yayınlar aracılığıyla bütün dünya izledi. Kırmızı halı üzerinde yıldızlar geçidine damgasını vuran iki şey vardı: Ünlülerin birbirinden feci saç modelleri ve tek omuzlu elbise modası.

Kuaförün intikamı

Dün gece milyonların heyecanla beklediği kırmızı halı geçidinde oldukça hayal kırıklığı yaşatan kıyafetler gördük ünlülerin üzerinde. Ünlü modacıların "o gece bütün dünya benim tasarımlarımı görsün, alkışlasın" diye ünlüleri giydirmek için yarıştığını biliyoruz. Mücevhercilerin de bundan geri durmadığını... Dün gece ünlülerin talihsiz seçimleri sayesinde Hollywoodlu kızların markası Marchesa gecenin yıldızı oldu. Çünkü Jennifer Lopez, Marchesa'nın yüksek belli, bol drapeli ve taşlı bir elbisesi ile gecenin en güzel kadınlarından biriydi. Her yıl stilleri ve şıklıkları ile anılan Nicole Kidman ve Gwyneth Paltrow ise o gece kuaförlerin gazabına uğramıştı. Aynı saç modeli ile pişti oldukları yetmiyormuş gibi, o saçlar ne o giysilerin hakkını veriyordu ne de gecenin ciddiyetine uygundu. Yukarıda görüyorsunuz. Düz taranmış saçları yandan ayırıp tek omuza bırakmak moda. Daha doğrusu bu modayı bahar aylarında daha sık göreceğiz. Fakat jean pantolon-askılı bluz üzerinde görmeyi tercih edeceğimiz bu saç modeli ile Oscar gecesine gelmek de neyin nesi? Hadi Nicole Kidman hediye paketine benzeyen kırmızı elbisesi ve son zamanlarda yaptırdığı dudak dolgusu ile ibreyi şaşırdı; peki Gwyneth Paltrow'a ne demeli? Gecenin en güzel elbiselerinden birini giyip, mercan rengi ruju da sürüp geceye damgasını vurmak varken karambole gelmiş. Yıldırım Özdemir, sana söylüyorum! Hollywood'ta bir şube açmanın vaktidir.


Ne varsa eskilerde var

Gecede şıklığı tartışılmayan tek kişi Helen Mirren idi. Oscar alacağına daha önceden aldığı Golden Globe ve Bafta ödülleri yüzünden neredeyse kesin gözüyle bakılan Helen Mirren, gecenin önemini ve tüm gözlerin üzerinde olacağını düşünerek harika bir seçim yapmıştı. Helen Mirren'in Christian Lacroix elbisesi dore, şifon ve dantel uyumuyla harikaydı. Geceye ödül sunumu yapmak için katılan Catherine Deneuve de Jean Paul Gaultier tasarımı siyah elbisesi ve bu elbiseye renk katan iğnesi ile son derece şıktı. Oscar adaylarından Meryl Streep -ki bu sene aday olduğu film Devil Wears Prada - Şeytan Marka Giyer filmindeki rolünde efsanevi Vogue dergisi editörü Anna Wintour'u karikatürize ediyordu- filminde canlandırdığı stil ikonundan geri kalmamıştı. Prada giysileri ve mercan rengi otantik takılarıyla son derece hoş görünüyordu. Dün gece, film boyunca ti'ye alınan Prada'nın biraz olsun gönlününü almıştır sanıyorum.



Gençler de kırmızı halıda yürümeyi ögrenecek

Geceya katılan genç oyuncuların şıklık konusunda kafaları biraz karışıktı galiba.

1. Yeni Bond kızı Eva Green'in, pudra rengindeki Givenchy elbisesi muhteşemdi.
Fakat saçları korkunçtu. Gölgede kaldı, yazık oldu... (Eva Green'i hep Ahu Türkpençe'ye benzetiyorum. Biri bu kızları kurtarsın bu korkunç saç modellerinden Allah rızası için!)

2. Yeni neslin yetenekli oyuncusu Maggie Gyllenhaal, törene erken gelerek, gazetecilerin bol bol fotoğraf çekmesine izin verdi. Gece mavisi ve siyah saten elbisesinin tek omuzlu olmanın dışında konuşulacak pek bir tarafı yok. Saçları dağınık topuz ve kakülleri ile yaşına uygundu. Aferin Maggie, böyle devam et!

3. Kate Winslet'in açık yeşil Valentino elbisesi yine tek omuzluydu. Chopard küpeleri görünsün diye sımsıkı topuz yaptırmıştı saçlarını. Bence gerek yoktu, ama kötü denemezdi.

4. Gecenin fıstığı Reese Witherspoon'du. Mürdüm rengi straples Nina Ricci elbisesi ile gerçekten çok hoş görünüyordu. Sapsarı saçlarını da açık bırakarak "sarışının adı var" iddiasını bir kez daha kanıtlamış oldu.

5. Rachel Weisz, saten Vera Wang kuyruklu straplez elbisesi ile gecenin en şık kadınlarından biriydi.

6. Naomi Watts, Nicole Kidman ile birlikte oynayacağı yeni filmle gündemde. Ancak geceye eski arkadaşı Kidman ile birlikte gelmeseydi keşke... Açık sarı straples Escada elbisesi yüksek bel ve geniş kemeriyle hem modaya çok uygun, hem de çok şıktı. Ne yazık ki Kidman'ın hediye paketi kadar dikkat çekmedi...

7. Devil Wears Prada'nın genç oyuncularından Emily Blunt, geceye straplez Calvin Klein elbiseyle katıldı. Son derece şıktı. İleride göz kamaştıracağını düşünüyorum.

8. Devil Wears Prada'nın genç yıldızı ve Acemi Prenses Anne Hathaway, Valentino imzalı göğsünde ve kuyruğunda fiyonkları olan bir elbise giymişti. Anladık, şeker kız olarak anılmak hoşuna gidiyor, Valentino da gayet iyi bir seçim ama, gecenin ikinci hediye paketine ihtiyacı yoktu...

9. Cameron Diaz, geceye yeni sevgilisi olduğu iddia edilen Djimon Hounsou ile gelmedi. Beyaz Valentino elbisesi şıktı ama kumral saç ve beyaz elbise ile çok sönük görünüyordu. Zümrüt küpeleri ve dağınık saçıyla bile durumu kurtaramadı.

10. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adayı Djimon Hounsou ise, smokinli erkekler arasında kıyafeti konuşulmaya değerdi. Gecenin önemine uygun olarak smokin giymeyi seçen Hounsou'nun renk tercihi kahverengiydi ve dar kesimli Gucci smokin çok yakışmıştı. Aferin Hounsou, kıyafete para harca, göz kamaştır ki Hollywood'ta kaşen artsın. Oyunculuğuna bir diyeceğimiz yok zaten...


NOT: Bu yazıda hiç sözü geçmeyen Cate Blanchett geceye Armani Privé füme rengi tek omuzlu bir elbiseyle katıldı. Cate Blanchett'in stili ve şıklığı ayrı bir yazının konusu...

21 Şubat 2007 Çarşamba

Rodezya diye bir yer var mıydı?



Biraz geriden gidiyoruz ama, geçtiğimiz haftalarda gösterime giren Blood Diamond - Kanlı Elmas filmi hakkındaki fikrimi, Oscar ödülleri dağıtılmadan önce yazmakta fayda var...

Kanlı Elmas, bu yıl 79. kez verilecek olan Oscar Ödülleri için En İyİ Erke Oyuncu (Leonardo Di Caprio), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Djimon Hounsou), En İyi Kurgu, En İyi Ses Tasarımı ve En İyi Ses Miksi dallarında aday oldu.

Edward Zwick'in yönettiği Kanlı Elmas, aynı adı taşıyan kitaptan uyarlanmış bir film. Batı Afrika sahilindeki küçük ülke Sierra Leone'de 1990'lı yıllarda süren iç savaşın, ülkenin zengin elmas madenlerinden pay alma çabası içindeki elmas kartelleri tarafından desteklendiğinin altını çizen film, Afrika'da olup bitenlere karşı "duyarlılığı" ile Hollywood için "çıkıntı" sayılabilecek bir yapım.

Leonardo Di Caprio'nun bu filmdeki eski Rodezyalı paralı asker rolü hakkında bir kaç söz etmek istiyorum. Brad Pitt gibi Leonardo Di Caprio da, bana bebek yüzlü, yaşını göstermeyen, oyunculuktan çok fotomodelliğe yakınmış gibi gelir hep. Fakat Gangs Of New York'tan bu yana Di Caprio hakkındaki fikrim değişti, oyunculuğunu da çok takdir ediyorum. Öyle tahmin ediyorum ki Blood Diamond, Di Caprio'nun kariyerinde çok özel bir film olacak. Çünkü bu filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ı alabilir. Şimdiki adı Zimbabwe olan eski Rodezyalı paralı asker Danny Archer rolü ile belleklere kazınacağını düşünüyorum. Çünkü o temiz yüzlü iyi aile çocuğu görünümlü Di Caprio, filmin başından sonuna kadar berbat Rodezyalı aksanıyla, paradan başka efendi tanımayan gözüpek ve iyi niyetli olmayan paralı asker ve anti-kahraman olarak filmin temposunu tutuyor. Bütün o kanlı, patlamalı ve koşuşturmalı sahneler boyunca gözümüzü ondan alamıyoruz.

Filmin bir diğer Oscar adayı oyuncusu Djimon Hounsou, iç savaşta ailesi kaçırılan ve oğlu paralı asker olarak alıkonan, kendi de madende çalışmaya zorlanan bir balıkçıyı (Solomon Vandy) canlandırıyor. Bulduğu kocaman pembe elmas o kadar büyük ki, onu yöneticilere vermeyip saklıyor. Paralı asker Danny Archer ise, böyle bir elmasın varlığından haberdar olduğu andan itibaren bu elmasın peşine düşüyor. Çünkü bu elmas Afrikalı Solomon Vandy için de, Danny Archer için de hayatının geri kalanının garantisi. Akademi üyelerinin böyle yürek burkan, göz yaşartan hikayelere, mazlumlara karşı yüfka yürekli bir tarafı var. Gaylere, lezbiyenlere, kölelere, soykırıma ya da ırk ayrımına uğrayanlara fazladan oy veriyorlar gibi geliyor bana. (Ama objektif olmak gerekirse, bir senaryo yazarı ya da yönetmen için de en etkileyici hikayeler bunlar. Ben olsam, ben de böyle bir hikaye seçerdim.) Djimon Hounsou yufka yürek kontenjanından ödül alabilir ya da Eddie Murphy'ye ödülü kaptırabilir (Zira Dream Girls'ün hikayesi de öyle).

Kanlı Elmas, film müziği dalında aday gösterilmedi fakat filmin ses tasarımı ve miksi o kadar başarılı ki, başından sonuna kadar helikopterlerle, kalaşnikoflarla yan yana olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Biliyorsunuz film müziğinin iyisi, sahnenin ambiyansı içinde eriyip giden, film bittikten sonra size "müzik nasıldı?" diye sorulduğunda temasını hatırlayamadığınız müziktir. Yüzüklerin Efendisi gibi bir "score" yazılmamış bu filme. Bu yüzden hatırlayamıyorum, müzik de iyiydi galiba...


Mesaja Dikkat


Filmin Oscar ödüllü bir diğer başrol oyuncusu Jennifer Connelly, Afrika'ya yabancı bir gazeteci Maddy Bowen'ı canlandırdığı rolüyle "iyi" ama "göz kamaştırmıyor". Filmde Danny Archer ile tanıştıkları sahnede Archer Rodezyalı olduğunu söylediğinde "Artık Zimbabwe orası" diye başlayan bir diyalogları var. Di Caprio, ailesi Rodezya'daki iç savaşta öldürülüp, küçük yaşta yetim kaldığı için Günay Afrikalı paralı askerlerin arasına katılmış ve yıllarca komutanı ne derse yapmış, eski bir paralı asker. Filmin geçtiği 90'lı yıllarda Rodezya diye bir ülke kalmamış, 1979'da Zimbabwe Cumhuriyeti kurulmuş olmasına rağmen ısrarla "Rodezyalıyım" diyor. Bu söz oldukça ilgi çekici. Çünkü 19. yüzyılda sömürgeleştirdiği topraklardaki madenlerin işletilmesi için Britanya Krallığı'ndan imtiyaz alan Cecil Rhodes"un (ki kendisi "beyaz adam") adını taşıyan bu topraklarda yerli halkın Zimbabwe, Zambia ve Malawi Cumhuriyetlerini kurması 150 yıl süren kanlı savaşların sonunda gerçekleşebiliyor. Çünkü Rodezya'da krom, altın ve kömür başta olmak üzere pek çok maden var ve ülke yıllarca beyaz azınlık tarafından yönetiliyor. Buradaki ince gönderme ile "oralarda cumhuriyet kuruldu, başa siyahlar geçti ama hala sömürge, orası hala Rodezya" deniyor.

Filmin geçtiği Sierra Leone'nin de kaderi Rodezya'dan farklı değil. Sierra Leone'nin zengin elmas madenleri var, ülkede cumhuriyet kurulmuş, siyahlar başta. Fakat hükumete karşı ayaklanmış gerillalar var. Elmas ve uyuşturucu ticareti yapan gerillalar, elmas kartelleriyle yasa dışı ticaret yaparak para kazanıyor ve bitmeyen bir iç savaş sürüyor. Bu elmaslara kanlı elmas denmesinin sebebi, madenlerde iç savaşta tutsak edilenlerin köle gibi çalıştırılması, iç savaşta gerillaların çocukları asker ve işçi olmaya zorlaması ve kan dökmekten çekinmemesi. Bu yolla elde edilen elmaslar belgesiz ve yasa dışı olduğu için, film elmas tüketicilerinin kanlı elmas konusunda bilinçlendirilmesini de kendine misyon edinmiş durumda. Bu nedenle gazetelerde Jennifer Connelly ve diğer film ekibi topluma mesajlar veriyor. Hatta ekip, Oscar Töreni'nde elmas takacak yıldızlara "kanlı olmayan" elmas takmaları konusuna bir çağrıda bulundu (Aman Allah'ım ne sorumluluk, ne sorumluluk!!!).

Ödül töreninde göreceğiz kaç kişi hangi elmasları takacak... Fakat filmde kartel olarak bu ticaretten sorumlu tutulan elmas markası (muhtemelen) uydurma olduğundan, kimin piyasaya kanlı elmas verdiğini bilemeyeceğiz. Alırken sertifika sormalıymışız. Sanki elması Afrika'nın dağında bulan, kaçak yollardan ülkeden çıkaran, işleten ve satanlar için yasal bir sertifika hazırlamak imkansızmış gibi...

Filmin hatırlanası bir diğer sahnesinde Danny Archer TIA diye bir kısaltmanın açılımını anlatıyor Maddy Bowen'a: This Is Africa (Afrika Böyledir). Paralı askerlerin her türlü haksızlığı, insan hakları ihlali ve vahşeti mazur görmek için ya da olduğu gibi kabullenebilmek için kendi aralarında kullandıkları bir deyim bu. Filmin birkaç sahnede görünüp yok olan selvi boylu karizması, Archer'ın baba bildiği Albay (Arnold Vosloo) da pembe elmasın peşinde. Bu yüzden filmin sonlarına doğru evlere şenlik bir operasyon yapıp elmas madenini tarumar ediyor. Fakat filmin anti-kahramanı Archer, Albay'a bir kazık atıp, baştan anlaştıkları gibi paylaşmak yerine, Albay'ı vurarak elmasa tek başına sahip olmak istiyor. İşte, Albay vurulmuş yerde yatarken, Archer'ın Albay'ına son sözü This Is Africa oluyor... (Mesajlardan mesaj beğenin, yorum yok.)

25'inden sonra yazıma eklemeler yapacağım. Ses ve En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar favorim Kanlı Elmas. Bekleyeceğiz ve göreceğiz...

Her Yerde Karnaval Var


Şubat ayı dünyanın en ünlü ve en renkli karnavallarına ev sahipliği yapıyor. Bize en eğlenceli gelen Rio Karnavalı, Venedik Karnavalı ve selden sonra eski coşkusuna bu yıl kavuşabilen Mardi Gras YouTube'a bol bol renkli malzeme sağladı.

Brezilya'da Rio Karnavalı artık bir kutlamayı aşıp, bir endüstri haline gelmiş durumda. Yanlış hatırlamıyorsam 500 milyon dolar gelir getiriyor ülkeye. Venedik Karnavalı da (Şubat'ta bizim gibi kış mevsimini yaşayan) İtalyanlar'ın ekonomisine büyük katkı sağlıyor, turizmi canlandırıyor.

Turizm ülkesiyiz, eğlenmeye bayılıyoruz... Ama bir festival, bir şenlik yapılacağı zaman folklor ekibimizle deve güreşimizden başka görülecek pek bir şeyimiz yok ne yazık ki...

20 Şubat 2007 Salı

Animasyon Filmler Çocuklar İçin Yapılmaz - II







Daha önceki yazılarımda animasyon filmlerin çocuklar için yapılmadığını yazmıştım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu sefer konumuz "Neşeli Ayaklar"



Neşeli Ayaklar, tam da sömestr tatili başlarken vizyona girdi, afişindeki şirin penguenlerle de doğrudan çocuk filmi gibi algılandı. Her zaman dediğim gibi, animasyon filmleri çocuyklar için yapılmıyor. Bu film de çocuk filmlerinin temel çerçevesinden çok farklı bir senaryoya sahipti. Filmi izleyenler bilir, filmde mutlu son yoktu. Hoş ama buruk bir son vardı. Hollywood'un son yıllarda "mutlak iyi" ve "mutlak kötü" kavramlarını biraz olsun bir kenara bırakmasıyla, kötü adamların insancıl yönlerini, iyi adamların zaaflarını da görmeye başladık. Neşeli Ayaklar, babası kuluçka döneminde yumurtasını düşürdüğü için biraz garip doğan, şarkı söyleyemeyen ama dans etmeden de duramayan bir penguenin öyküsünü anlatıyor. Penguen Mumble, topluma uyum sağlayamadıgı için, zaten besin zinciri ve ekolojisi bozulmuş Antartika'da sıkıntı çeken penguenler arasında farklılığından dolayı dışlanıyor.

"Beni böyle sevin" diye yakarışları para etmiyor ve topluluğun yaşlıları Mumble'ın lanetli olduğuna, bela getirdiğine inanıyorlar. Zavallı Mumble, daha kuzeyde şamatacı başka bir tür penguenlerle arkadaş oluyor ve daha neşeli olan bu tür, Mumble'ı aralarına almakta bir sakınca görmüyor. Ne var ki iki türün karşı cinsi etkileme stratejileri birbirinden oldukça farklı. Şamatacı penguenlerin komününde dişileri etkilemek için yuvasına en çok taş toplayan erkeğin şansı fazlayken, Mumble'ın komününde en güzel şarkı söyleyen ve kur yapanın şansı fazla oluyor. Mumble, şamatacı ve insanların dünyasına daha yakın olan diğer türün ülkesinde, doğal olmayan nedenlerin penguenlerin doğal yaşamını tehdit ettiğini gözlemliyor. Kendince bir teori geliştiriyor ve bundan uzaylıların sorumlu olabileceğine kanaat getiriyor. (Amman yarabbi, mesaja bak! Ekolojik dengeyi uzaylılar bozuyor, ikiz kuleleri de teröristler yıkıyor zaten)

Fazla uzatmayalım, Mumble, besin zincirini bozan uzaylılarla iletişime geçerse, bir şekilde soruna çözüm bulabileceğini düşünüyor ve penguenlerin yaşamadığı yerlere doğru yolculuğa çıkıyor. Büyük miktarlarda balık avlayan bir tekneyi, uzaylıların gemisi sanarak takip ediyor ve insanların yaşadığı bir sahilde karaya vuruyor (İntihar etti sandığımız balinalar da uzay gemilerini kovalarken mi böyle oluyor acaba?) İnsanlar ne yapıyor? Mumble'ı hayvanat bahçesine götürüp bir fanusa koyuyorlar. Mumble bu mutsuz günlerinde de dans etmekten vazgeçmiyor ve derken insanlar onun farklı bir penguen olduğunu anlayıveriyorlar. Kendi toplumunda dışlanmasına neden olan özelliği onu bir anda özel yapıveriyor. Sonra Mumble nasıl oluyorsa azat ediliyor ve ülkesine dönerek, besin zincirini kimin bozduğunu bulduğunu anlatıyor. Misyonunu tamamlamanın (Antartika'da imparator penguenlerinin de yaşadığını ve ne şirin varlıklar olduklarını belgesel yapımcılarına göstermiş olmanın) mutluluğunu yaşıyor. (Ne kahraman, ne kahraman!!) Sonra ne oluyor? İnsanlar Antartika'da ekolojik dengenin bozulduğunu fark ediyor, fonlar kuruluyor, çevreciler çalışıyor, falan filan... Ama hiç kimse daha az yemek yemek ya da daha az çöp çıkarmak için gayret sarf etmiyor...


Özetle Mumble'ın hikayesinden çıkarılacak dersler:

1. Çevremizde aksi giden bir şey varsa, kesin uzaylılar ya da kendini göstermeyen güçler tarafından yapılıyordur. Ya teröristler ya iç ve dış düşmanlar ya da derin devlet...

2. Başkalarının daha aciz durumda olduğunu öğrendiğimizde yapılacak şey onların sorunlarına sempatiyle yaklaşmak, aramızda para toplamak ve gidip kafalarını okşamaktır. Mesela Afrika'dan ya da Kamboçya'dan bebek evlat edinmek, Bosna'ya köprü yaptırmak falan... Sorunun temellerine inmek bizi aşar.

3. Ne kadar farklı ya da ucube olursanız olun, sizi toplumun gözünde değerli kılacak bir şeyiniz varsa toplumda kabul görebilirsiniz. Mesela makam, mevki, şan, şöhret...



NOT: Her şeye rağmen filmin görselliği muhteşem. Renkler ve efektler sayesinde Antarktika sanki hiç soğuk bir yer değilmiş, orada her mevsim baharmış hissine kapılıyoruz. Ice Age'de izlerken bile çenelerimiz birbirine vuruyordu oysa...

15 Şubat 2007 Perşembe

11 Şubat 2007 Pazar

Çılgın Profesör Aranıyor




Dünyaca ünlü girişimci işadamı Richard Branson, küresel ısınmayı durduracak yöntem geliştirecek kişiye 25 milyon dolar ödül vereceğini açıkladı.



İngiliz girişimcisi Richard Branson, 2008 yılında başlayacak olan ve bilet alan herkesin uzaya gidebileceği (biletler 200 bin dolar civarında) uzay turları ile son zamanlarda adından sıkça söz ettiriyordu. Bu amaçla kurduğu Virgin Galactic hazırlıklarını sürdürüyor, hatta şimdiden bilet alanlar da oldu.

Önceki gün gelen bir haberin içinde Richard Branson'ın adı geçtiğinde şöyle bir tebessüm ettik. Habere göre Richard Branson, küresel ısınmaya neden olan atmosferdeki karbondioksit emisyonunu düşürecek bir yöntem bulana 25 milyon dolar değerinde bir ödül vereceğini açıkladı. Ödülün duyurulduğu basın toplantısında eski Amerikan başkan yardımcısı ve küresel ısınma konulu "Uygunsuz Gerçek" filminin yapımcısı Al Gore ile eski İngiliz Birleşmiş Milletler büyükelçisi Crispin Tickell de yer aldı.

Bu haber duyanları ilk etapta şaşırtabilir, çünkü Richard Branson Virgin Havayolları'nın sahibi. Havayolları şirketleri kullandıkları fosil yakıtlar nedeniyle atmosferdeki karbondioksit salınımının neredeyse %15 'ini oluşturmekten sorumlu tutuluyor. Gerçi Branson, geçtiğimiz sonbaharda da eski ABD başkanı Bill Clinton'ın başkanı olduğu Global Initiative (çevre, açlık, egitim, AIDS gibi küresel sorunlarla mücadele eden bir vakıf) konferansında şirketlerinin önümüzdeki 10 yılda elde edeceği net karı küresel ısınmayla mücadele edecek projelere aktaracağını açıklamıştı. Bu da, 3 milyar dolar gibi çok çok ciddi bir rakam. Öte yandan Branson'ın yenilenebilir enerjiler konusunda araştırmalar yapan Virgin Fuels adlı bir şirketi de var. Bu şirket de cevreci enerji kaynakları için 400 milyon dolarlık bir ar-ge bütçesi ayırmış durumda.

Richard Branson ütopyalara, maceraya meraklı, "dünyayı başka türlü algılayan" ve bu uğurda da para harcamaktan çekinmeyen biri. Sir ünvanlı bu modern zaman şövalyesinin, masallardaki "ölüme çare bulana kızımı vereceğim" diyen sultan gibi, "küresel ısınmaya çare bulana bir servet vereceğim" diyen beyanatı bizi şaşırtmadı. Oysa basına bol bol renkli malzeme verebilecek bu beyanat hakkında Türk gazetelerinde kayda değer hiçbir haber çıkmadı. Hükumetimiz "Küresel ısınma mı? Yok öyle bir şey" dediği için mi acaba?

Richard Branson'un açıkladığı ödül, 5 yıl için geçerli, Üstelik bu ödüle layık görülecek projenin yılda bir milyar ton karbon gazının atmosfere yayılmasını 10 yıl boyunca önlemesi bekleniyor. Ödül için başvuracak projeleri değerlendirecek komisyonda Gaia Teorisi'ni ortaya atan bilimadamı James Lovelock, Nasa araştırmacısı ve Amerika'yı küresel ışınmanın tehlikeleri konusunda ilk uyaran James Hansen ve Avustralyalı zoolog ve kaşif Tim Flannery de bulunacak.

Hadi bakalım, çılgın profesörler iş başına!

NOT 1: Bu ödül sadece konunun önemine dikkat çekmek için açıklanmış gibi görünse de, işe yarayabilir ve önümüzdeki 5 yıl içinde küresel ısınmaya çözüm bulunabilir. Zira Branson, şimdi Virgin Galactic'in kulandığı uzay aracı için de ödül vereceğini duyurmuş ve 2004'te bu ödül sahibini bulmuştu.

NOT 2: Al Gore'un Amerika'yı kurtardığı yetmiyormuş gibi bir de dünyayı kurtarmaya kalkışmasına çok gülüyorum. South Park'taki Al Gore bölümünü izleyin.

7 Şubat 2007 Çarşamba

TOP LIST: Laptop'ımızla gidilesi kafeler

Kafeye laptop'uyla gitme, temiz hava alırken kahve içip sair işlerini yapmak kafelerin sosyalleşme amacına oldukça aykırı. Fakat neyleyelim ki artık tüm dünyada satılan bilgisayarların ciddi bir miktarı taşınabilir bilgisayar (Oranını bilmiyorum, bulunca eklerim). Üstelik HP gibi firmalar "Bilgisayarın Hayatındır" diye bas bas bağırıyor. Galiba biz farkında olmasak da öyle oluyor...

Şehrin popüler kafeleri bilgisayarlarıyla yapışık yaşayanları da kafelerine çekebilmek için bir süredir wireless internet olanağı sağlıyor. Türk Telekom'un Wireless Point olarak sunduğu Gloria Jeans ve Starbucks kafeler başı çekti. Fakat Türk Telekom, bu noktalarda interneti ücretli kullandırıyor ve çok çok çok pahalı. Nasıl mı? Şöyle: Wireless Point sayılan yerde (bazı McDonald's'lar, havaalanları, kafeler vb.) Türk Telekom'un bir modemi var. Bilgisayarınız kablosuz internete uyumluysa, otomatik olarak bu modemi görüyorsunuz. Fakat giriş ücretli. Yarım saat 3.5 YTL, bir saat 6 YTL vb. diye fezaya doğru gidiyor fiyatlar. İster kendi bilgisayarınızdan kredi kartınızla anında açılacak hesap, ister kafede kasadan alacağınız kontur kartıyla bağlanıyorsunuz. Fakat internet bağlantışı 5 yıldızlı otellerden bile daha pahalı. Kaldı ki pek çok otelde de artık internet bağlantısı ücretsiz...

Bir dönem bütün Beyoğlu bölgesi kablosuz internetlendirilerek (yeni bir kelime kazandı Türkçe), vatandaşın İstiklal Caddesi boyunca çeşitli kiosk'lardan internete bağlanması projesi vardı. Sebil olarak internet sunulacaktı... Fakat rekabet kurallarına aykırı olduğu gerekçesiyle bu kadar büyük bir alanda internetin ücretsiz verilmesi yasaklandı. Şimdi sadece otel, kafe vb. yerlerde internet ücretsiz. Bugün laptop'unuzla gidip, doya doya kahve içip, doya doya wireless internet keyfini çıkarabileceğiniz kafelerin TOP LIST'ini yayınlıyoruz. Favorilerinizi ekleyin lütfen...

1. ALL SPORTS CAFE - NİŞANTAŞI

Başta işletmecileri olmak üzere interneti ve sosyalleşmeyi en seven insanların mekanı. Etiler şubesinde durum nedir bilmiyorum ama, Nişantaşı'nda yemekler de, kahve de çok güzel, saatlerce oturup sefasını sürebilirsiniz...

2. THE HOUSE CAFE - NİŞANTAŞI ve ORTAKÖY
Tünel'deki şubeye uzun zamandır gitmedim, ama Nişantaşı ve Ortaköy House Cafe'lerde hafta arası yemek saati dışında giderseniz, dükkan sizin... Ortaköy'de denize karşı keyfinize bakın...

3. STARBUCKS - BEBEK
Starbucks'larda her ne kadar internet paralı da olsa, Bebek'te bahçeye oturursanız civardan birilerinin modemini yakalayabilirsiniz. Bu kış İstanbul'da hep bahar yaşıyoruz, temiz hava almak için ideal.

4. FRAPPE - BEYOĞLU Bu satırları Zambak Sokak 10 numaradaki Cafe Frappe'den ekliyorum. Mönüdeki spesiyalleri Çapkın'ı yedim (kremalı ve soya soslu, mantarlı tavuk), çayımı içtim, Facebook'tan mesajlarıma baktım, blogumun ziyaretçilerini kontrol ettim, şimdi de yazıyorum. Kablosuz internet bağlantısı var, yemekler güzel, müzik güzel, İstiklal'e iki adım... Listeyi uzatmaya devam edeceğim.

2 Şubat 2007 Cuma

Kültablasız Masa Uygulaması



Şişli Belediyesi, Mustafa Sarıgül sempati toplasın diye bir süre önce fasulyeden bir kampanya başlatmıştı: Dumansız Masa. Ne işe yaradı? Ayrımcılığı körükledi. Şimdi sigara içmeyenler ikinci sınıf insan muamelesi yapılıyor.


Şişli Belediyesi bir süre önce Şisli'yi daha çağdaş, daha modern bir semt haline getirmek için yaptığı saçmalıklara bir yenisini ekledi. Saçmalık diyorum çünkü Nişantaşı'na sanatsal değeri son derece tartışılır yılbaşı ağaçları diktirmekten, kaldırımlara paslanmaz çelikten çöp hazneleri koymaya kadar (çöp kutusu değil onlar) topluma ne faydası olduğu tartışılır pek çok fikri hayata geçiriyor. Evet, Şişli Belediyesi durmadan çalışıyor, birşeyler yapıyor. Fakat bunlar hayatımızı daha güzel hale getirmiyor ki...

Dumansız Masa uygulaması da bunlardan biri. Efendim, Şişli Belediyesi sınırları içindeki kafe ve restoranlarda sigara içenler ve içmeyenler ayrı masalara oturacak, böylece içmeyenlerin temiz hava alması, içenlerin de (kendi keyifleri bilir) içmeyenleri rahatsız etmesi önlenecek. Fakat bu uygulama restoran işletmecilerine pek iyi anlatılamamış olsa gerek, bütün cam kenarı ya da manzaralı masalar sigara içenlerin, bütün kuytuda kalmış, karanlık ya da havasız köşelerdeki masalar sigara içmeyenlerin...

İstatistik, Türkiye'de sigara içme oranının %33 olduğunu söylüyor. Yani her üç kişiden biri. Kadınlarda daha az, erkeklerde daha çok olmakla birlikte ortalama bu.

Şimdi böyle bir istatistiği bile bile restoran sahiplerine "sigara içmeyenleri neden arkalara atıyorsunuz?" ya da "neden sigara içilen masa sayısı, içilmeyenlerden daha az?" diye sorduğunuzda cevap aynı: "Müşterilerimizin çoğu sigara içiyor, içmeyenler azınlık". Koca bir yalan. Dört kişilik bir grupta bir kişi bile sigara içse, grup sigaralı masaya oturtuluyor. Diğer üç kişi de onunla birlikte hem arkadaşlarının, hem başkalarının içtiği sigara dumanını soluyor. Üstelik Dumansız Masa diye ayrılan bölüme sigara dumanı gitmesi de engellenemiyor. Dumansız Masa, aslında kültablasız masa. Masada sadece kültablası yok, dolayısıyla sigara içemiyorsunuz. Ama sigara dumanı solumakta özgürsünüz...


Gerçek Dumansız Masa


Şişli'de yolum Halaskargazi Caddesi üzerindeki Polo Patisserie&Cafe'ye düştü. Sadece bir çay içecektim... Alt katı pırıl pırıl pastane. Çay içeceğim deyince, üst kattaki kafe bölümüne davet ettiler. Ohh, üst kat aydınlık, ferah... Genç bir kadın garson tarafından karşılandım, "hoşgeldiniz, sigara kullanıyor musunuz?" (Kadın garson çalıştırmak bir işletmenin uygarlık düzeyini gösterir. Aynı şekilde kadın garsonların çalışmak için o işletmeyi seçmesi de...) "Hayır" dedim korka korka, beni yine arkadaki karanlık köşeye mi atacaklar diye... Cam kenarındaki en aydınlık, en ferah masaları gösterdi, "o zaman sizi şöyle alayım". Aman yarabbi, ilk defa sigara içmediğim için taltif ediliyorum... Sigara içilen bölüm arkadaymış, daha genişmiş... Bana ne! Aydınlık, ferah, havadar masamda oturdum, bir çay içtim. Wireless internet de vardı, biraz daha oturdum, bir çay daha içtim... Polo Cafe Gazi Sineması'nın çaprazında. Öğlenleri Şişli Etfal'in doktorları yemeğe geliyor. Kafe mönüsünde salata ve sandviçlerle kafe yemekleri var. Wireless internet de var, bilgisayarsız sokağa çıkamayanlara duyurulur.


NOT 1: Bu devirde kamerasız cep telefonu kullanan bir tek ben kaldığım için, kafenin fotoğrafı yok ne yazık ki... Pastalara bakın, onlar da güzel...
: ))

NOT 2: Sigara içmeyenlere ikinci sınıf insan muamelesi yapılmayan kafe ve restoranlar varsa bildiğiniz, ekleyin lütfen...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails