31 Ocak 2007 Çarşamba

"Çılgınlık"tan fazla bir şeyler var...




Yine Jean Paul Gaultier... Bu kez 2007-2008 Sonbahar-Kış Erkek Koleksiyonu. Aslan yelesi saçlar, etek giyen erkekler, deriler, kürkler... Çılgınlıktan biraz daha fazlası var, bakmayı bilenler için...


Jean Paul Gaultier defilesindeki topuklu çizmeli ve etekli erkek manken yine çok konuşulacağa benziyor. Hani belden aşağısını görmesek, üstü son derece maço, karayağız delikanlı modeli ama... Bu resme bakıp abuk subuk yorumlar yapacak portaller, siteler var, biliyorum. Azıcık genel kültürü fazla olanlar Gaultier'nin eşcinsellik konusuna göndermelerini de yorumlarına malzeme yapacaklar.

Her iki resme de daha objektif bakın: Öncelikle bu bir şov. Daha güzel görünecekse abartmanın ne sakıncası var? Soğuk mint yeşili bir fonda tarçın rengi ve kahverengi tonlarında giysiler giymiş mankenler yürüyor. O soğuk yeşil tonu uzay filmi dekoru ya da ameliyathaneyi çağrıştırıyor.

Saçları, bıyıkları abartılmış, kahverengi yün, deri, kürk, kadife giysili mankenler Maymunlar Cehennemi filminden fırlamış gibiler... Bu kontrastın bir kurgu, bir altını çizme, bir fosforla işaretleme olduğu apaçık.

Bu tuhaf atmosfer bize ne anlatmaya çalışıyor? Renkler, kesimler, modeller, aksesuarlara göz gezdiriyoruz. Mükemmel kesimli ceketler, mükemmel kalıplı ayakkabılar hiç de marjinal görünmüyor. Son derece şıklar. Trikolar da öyle...

Gaultier işini çok iyi bilen bir modacı. Kalıptan, kumaştan, dikişten çok iyi anlıyor. Ama bir modacıyla bir terziyi birbirinden ayıran şey, tasarımlarinın altında yatan felsefe. Gaultier insanlığı meşgul eden meseleleri inceliyor, kurcalıyor, "olaylara bir de tersinden bakıyor".

Kadın-erkek davranışları, rol modelleri, imaj takıntımız, dünyayı ve doğayı nasıl algıladığımız, estetik anlayışımız... Aslında her şeyi kendince yorumluyor ve şovu sırasında mesajlarını veriyor.

"Çılgın modacı erkeklere etek giydirdi" demek, bilmeden anlamadan yapılmış son derece sığ bir yorum olur. Tıpkı Rönesans resimlerine bakıp "O zamanlarda porno yoktu, insanlar bunlarla vakit geçiriyordu" demek gibi... Gülmeyin, en ciddi ortamlarda bile böyle konuşanlar var...

Buradan defilenin tümünü izleyebilirsiniz. Erkek giysisi giymiş kadınlar da etek ve tight giyen erkekler kadar şovun bir parçası. Askıda ya da mağazada görseniz beğenmeyeceğiniz bir giysi görebiliyor musunuz? Sonra tekrar bakın ve düşünün: İnsanların saçları aslan yelesi gibi kabarık olduğunda mı kürk giyerek kendi doğalarına uygun davranıyorlar, yoksa traşlı ve briyantinli olduğunda mı? Kürk giymemek bizi daha fazla doğa dostu mu yapıyor?

Jean Paul Gaultier'nin çalışmalarını topluca bulabileceğiniz harika bir sayfa buradan ulaşabilirsiniz. 

Yorumlarınızı bekliyorum.

29 Ocak 2007 Pazartesi

Yiğit Yazıcı



Ressam Yiğit Yazıcı'nın web sitesini sağdaki "Bunlara da göz atın" bölümüne ekledim. Yiğit, günlük hayatta kullandığımız pek çok nesneyi resimleriyle bütünleştirerek birer sanat eserine dönüştürüyor. Nisan'daki yeni sergisi RENK için hazırlıklarını sürdürüyor şu aralar. RENK'te çok ilginç çalışmalarını göreceğiz Yiğit'in, şimdilik buradan geçmiş dönem çalışmalarına göz atabilirsiniz. Sağdaki resim Yazıcı'nın serigrafilerinden birine ait.

NOT: Yiğit, siten çok güzel ama yeni işlerini de eklmelisin!!!

26 Ocak 2007 Cuma

Madonna'yı Jean Paul Gaultier giydirmesin de kim giydirsin?

Moda dünyası Jean Paul Gaultier'yi "yaramaz çocuk" olarak anıyor. O, cesur ve abartıyı seven, zaman zaman provakatif tasarımlarıyla her zaman ilgi çekmeyi başarıyor. Günümüzde couture tasarım yapan moda evleri tek tek kapanırken, Gaultier hala ayakta. Bu yıl Paris Moda Haftası'ndaki şovuyla yine büyük beğeni alan Jean Paul Gaultier'nin 2007 koleksiyonu Hristiyanlık'taki ikonalardan ve kilise dekorlarından ilham almış. Bu koleksiyonun slideshow'unu hem style.com'dan hem de elle.com'dan izleyebilirsiniz.

Konu din olunca, insanlığın son 2000 yılını şekillendiren Hristiyanlık ve ona bağlı kavramların sanatçılarin zihinlerini meşgul etmemesi mümkün değil. Madonna da kliplerinde zenci peygamber kullandı, sahnede kendini çarmıha gerdirdi. Bu yüzden moda dünyasının "yaramaz çocuğu"ile müzik dünyasının "asi kızı"nın birbirine hayranlığı çok anlaşılabilir bir şey. Madonna her ne kadar şimdilerde şatoda yaşayan üç çocuk annesi olarak Vogue dergisine Ingiliz soylusu pozları verse de, şovlarında çoğunlukla Gaultier'nin tasarımlarını giyiyor. Öyle bir divaya yakışan da bu elbet...

Gaultier'nin modellerinin başlarında harelerle podyumda salınan halleri bu sefer daha dingin geldi bana. Eminim pek çok tutucu Hristiyan dini sembollerin modaya malzeme edilmesine kızacaktır ama, Gaultier'nin cüretkarlığının nerelere vardığını hatırlayacak olursak, bu koleksiyonun meseleyi masumca teatralleştirdiğini söylemek mümkün.

Jean Paul Gaultier'nin çalışmalarını topluca bulabileceğiniz harika bir sayfa buradan ulaşabilirsiniz.

25 Ocak 2007 Perşembe

26. Uluslararsı İstanbul Film Festivali Programı Açıklandı



26. Uluslararsı İstanbul Film Festivali'nin programı açıklandı. Bu konuyla ilgili haberi buradan okuyabilirsiniz. Festivalde çok sayıda Oscar adayı film yarışacak. Soffia Coppola'nın çok konuşulan ve çok eleştirilen Marie Antoinette'ini çok merak ediyordum, programda yer almasına çok memnunum...

Andy Warhol Hala Çok Moda




Andy Warhol desenlerinden Seiko tarafından sınırlı sayıda üretilen saatler hakkında bilgi almak için tıklayın.

24 Ocak 2007 Çarşamba

Taklit sandım, yanıldım...




Suadiye'de yeni açılan Robert's Coffee'den bahsetmek istiyorum. Gerçekten şaşırtıcı bir öyküsü var.

Bu bloga konuk olan arkadaşım Eser Hanım beni mahallesinde kahve içmeye davet etti. Suadiye'nin mini çarşı-rekreasyon alanı olan Suadiye Park'ta bir yerlere gitmek için yola çıktık ama tam da yolumuzun üstünde Robert's Coffee'yi görünce "aman ne hoş yer, hadi kahvemizi burada içelim" dedik.

Robert's Coffee koyu yeşil krem rengi yazılı üzerine serifli logosu, lounge tipi koltukları, bahçedeki dev şemsiyeleriyle şık bir Starbucks görünümündeydi. "Hangi kötü yatırımcı Starbucks takliti bir kafe açmak için bu kadar para harcar acaba" diye aklımdan geçti kapıdan girerken.

Aydınlık, temiz, modern dekorasyonlu Robert's'ta Starbucks'taki uğultudan eser yoktu. Self servis olmadığı ve çatal-bıçaktan fincana kadar her şey birinci sınıf olduğundan daha çok Gloria Jeans tarzı bir işletme anlayışı olduğu gözüme çarptı. Hatta 4-5 sayfalık mönüde sandviçler, tatlılar, salatalar, sıcak ve soğuk kahve çeşitleri vardı. Peki ama ne tür bir yatırımcılık anlayışı hem Starbucks'ı taklit eder, hem ondan daha kaliteli hizmet verir?

Mönüye bakmadan Americano söyledim, çoğu yerde Americano söylerim. Gelen kahve tam kıvamındaydı ve çok hoş bir aroması vardı. Burada bir parantez açmam gerekiyor. Kahve konusu önemli çünkü. Bilmeyenler için Americano şöyle yapılıyor: Sunumda kullanılan fincana göre bir ya da iki ölçü espresso makinede çekiliyor. Fincanı makineden almadan üzerine kaynar su ekleniyor. Yani sulandırılmış espresso. Eğer İlly promosyonu çukur fincanlar kullanılıyorsa, bir ölçü yeterli oluyor. Fakat mug gibi daha hacimli fincanlarla ikram ediliyorsa, bir ölçüyü fincanın ağzına kadar sulandırdığınızda, eee nasıl desem, "fazla sulu" oluyor. Americano'nun ölçüsünü ayarlamak için iyi bir barista olması gerek. Bazı baristalar fincanı tam doldurmaz, ölçuyü öyle ayarlar. Tek seferde, tam ölçüsünde Americano, doğrusu hiç ummuyordum.

Sadede gelelim, Robert's Coffee'nin Finlandiya menşeli yüz küsur yıllık bir geçmişi olan bir kuruluş olduğunu öğrenmek beni çok şaşırttı. Taklit değilmiş meğer. Aksine, firmaya adını veren Robert Paulig'in mideyi rahatsız etmeyen, asitlik değeri düşük, özel teknikle kavrulmuş kahvesi, bu asırlık aile şirketinden yeni bir marka doğmasını sağlamış. Yirmi yıl kadar önce Amerika'yı gezen Robert Paulig, her köşe başında bir kahve dükkanı görünce, kendi gurme kahvesinin de bu şekilde sunumu ve yaygınlaşması için kolları sıvamış. İstanbul'da şimdilik Suadiye ve Olivyum'da kafeleri var, ancak franchise veriliyor.

Yolunuz düşerse Robert's Coffee'ye uğrayın, kıvamında bir Americano için (aslında onlarca kahve çeşiti var, kahveyi "strong" sevenler için söylemiş olayım). Logosuna bakınca değilse de kapıdan girerken burayı neden Starbucks takliti sandığımı anlayacaksınız...


Not: Finlandiyalılar da İsveçliler gibi pratik insanlar. Muhtemelen kendi web sitelerini kendileri yapmışlar, kendi fotoğraflarını kendileri çekmişler (İsveçliler de kendi mobilyalarını kendileri yapıyor ya, fazla para gitmesin diye). İmaja para yatırmak da neyin nesi? Yukarıdaki sütlük fotoğrafı için özür dilerim, ama Robert's'in sitesinde ilaç için bir fincan kahve fotoğrafı yoktu, ben ne yapayım...

23 Ocak 2007 Salı

"Çok kötüsün, berbatsın" diyebilmek...



Biri size bir tişört satmak istese, beğenmediğinizde ne dersiniz? "Kumaşını beğenmedim", "rengini sevmedim", "bu kalıp bana yakışmıyor"... Almama gerekçesi olarak satıcıya genelde bu gibi şeyler söylenir. İtiraf edin: bir malı beğenmediğinizde almama nedeniniz genellikle malın niteliklerinin zayıflığından çok paranızın çöpe gideceğinden korkmak değil midir? Ve yine aynı şekilde evlerimizde aslında çok beğenmemiş olsak da çok ucuz olduğu için almış olduğumuz bir sürü saçma sapan şey yok mudur?

Parmak arası plastik terlik: "Aman canım, plaja giderken giyerim..."
Üzerinde "pretty" yazan tişört: "Ayy ne şiriiin!!!"
Omuzları biraz bol gelen ceket: "Sonbaharda kazakla giyilince güzel olur."


Bir şey parayla satıldığında "beğenmedim" demek kolaydır. Oysa berbat bir çay ikram eden ev sahibine ya da yılbaşında "ben ucuz bir promosyon malzemesiyim" diye bas bas bağıran hediyeler gönderen müşterilerimize hiçbir zaman "beğenmedim" demeyiz, beğenmiş gibi yaparız.


Beğenmiş gibi yapıyoruz


Bu "beğenmiş gibi yapma" halimiz sanat galerilerinde, tiyatroda ya da film galalarında ayyuka çıkar:

Sanatçıdır, emek vermiştir, şimdi buna "kötü" denmez...
Bu herhalde iyi bir şey, susayım da sanattan pek anlamadığım belli olmasın...
Çok sıkıcı bir film, edebiyat uyarlamaları da zaten böyle oluyor...


Sanatın da tıpkı bedava sunulan şeyler gibi manasız bir dokunulmazlık zırhı var. Oysa galeriye gidip resimlere bakmak için zamanımızı ayırırız. Tiyatroya ya da sinemaya gittiğimizde hem zaman hem para veririz. Karşılıgını bulamadığımızda da "kötü bu kardeşim, yemezler" deme hakkımız yok mu yani?

Kötüyü tescil etmek: Razzie Ödülleri



Her sene Oscar Ödülleri"nden önce açıklanan Razzie Ödülleri'ni hem dürüstlüğü hem de açıksözlülüğü nedeniyle ilgiyle takip ederim. O yılın en kötü filmine, oyuncusuna falan değeri 5 dolar olan altin renkli bir ahududu heykeli verilir. Ödül sahibi çoğu zaman ödülünü almaya gelmez. Doğal olarak...

Sinemaya ya da DVD'ye para ödüyorsak, bize sunulan filmlerden de bir kalite beklememiz çok normal. İşte Razzie Ödülleri bu kaliteyi bile tutturamamış yapımlara veriliyor. Ya da çok büyük bütçeleri olmasına rağmen parayı heba etmiş olanlara... Hatırlayalım hemen, Halle Berry'ye Catwoman filmiyle en kötü kadın oyuncu ödülü verilmişti. Aslında filmin kendisi mi Halle Berry'nin oyunculuğu mu daha kötüydü, karar vermek zor. Olsun, "kötüydü kardeşim, hiç beğenmedim" diyebilmek de önemli... Bunu sadece kendi arkadaşlarınıza değil, dünyaya da anlatabilirsiniz. Nasıl mi? Razzie Ödülleri için oy veren üyelerden biri olarak. Buradan resmi siteye girip üye olabilirsiniz. (Fakat önüne gelen ona buna b.k atmasın diye üyelik paralı. Niyetiniz ciddiyse yani...)

Bu yıl ödül töreni 24 Şubat'ta, yine Oscar Ödülleri'nden bir gece önce. Adaylarda kimler mi yok? Buradan bakabilirsiniz. (Haberi Türkçe okumak isterseniz buraya bakabilirsiniz) Benim gözümde Razzie Ödülleri'ni daha değerli kılan ise bu yılın en kötü kadın oyuncu adayları arasında Temel İçgüdü 2 filmindeki performansıyla Sharon Stone'un oluşu. Hilary Duff, Jessica Simpson ve Lindsay Lohan da var, ama onlar ölene kadar aday olacaklar zaten...


NOT: Temel İçgüdü 2 filmini izlemedim, çünkü birincisinde o kadar "rol yapıyor"du, o kadar tribünlere oynuyordu ki Sharon Stone, ikincisine tahammül edemeyeceğimi düşündüm. Neyse ki benim gibi düşünenler de varmış... Umalım da bu ödülü Lindsay Lohan'a kaptırmasın.

NOT2: Türkiye'deki sinema ödülleri konusuna ileride değineceğim. Yakın zamanda 39. SIYAD Ödülleri açıklandı. SIYAD Ödüllerini de bir bakıma çok ciddiye alıyorum, çünkü bütün sinema yazarları en azından aday bütün filmleri izlemiş oluyor. Öte yandan ciddiye de almıyorum çünkü sinema yazarlarımızın bazı duygusal nedenlerle kimseye "kötüsün" diyemediklerine de şahit oluyorum. Bu konuya geleceğiz...

NOT3: Bu yılın Razzie Ödülleri için erkek oyuncu adaylarından biri Nicholas Cage. Ona diyecek bir şey bulamıyorum. O zaten tipten kaybediyor, ağzıyla kuş tutsa kimseye yaranamaz...

19 Ocak 2007 Cuma

Tamamen dijital



Tamamen dijital ortamda yayınlanan ilk kadın dergisi Viv Mag yayın hayatına başladı.Sağlıklı beslenme, diyet, vücut bakımı, güzellik, sağlıklı yaşam, psikoloji, kişisel gelişim, moda gibi konuların işlendiği dergi yaşadığimız çağın ve dünyanın farkında olan kadınları hedefliyor. İki ayda bir yayınlanıyor ve İngilizce.

Derginin geleneksel dergilerden farkı, dergide gördüğünüz ürün ve hizmetlere tek tıkla ulaşabilmeniz ve defile ya da makyaj yapımı gibi konuların videolarını dergi üzerinde izleyebilmeniz.

İstanbul Modern Sinema'da Oberhausen Kısa Film Günleri



İstanbul Modern Sinema'da 26-31 Ocak 2007 tarihleri arasında Oberhausen Kısa Film Günleri'ne katılan filmler gösterilecek. Ayrıntılı bilgiyi buradan alabilirsiniz.

17 Ocak 2007 Çarşamba

Hiç yaşlanmayacak sanıyorduk...



Bu yıl 64. kez verilen Golden Globe Ödülleri'nden biri de Warren Beatty içindi. 69 yaşındaki usta oyuncu, teşekkür konuşmasını yaparken pek uslanmış, pek yaşlanmış göründü gözüme...

Sinema dünyasının gelmiş geçmiş en karizmatik oyuncularından biriydi o benim için. Ne Clark Gable ne James Dean ne Frank Sinatra... Hiçbiri Warren Beatty kadar yakışıklı ve çekici değildi. Ne yalan söyleyeyim, beyazperdede Warren Beatty'yi seyretmeye doyamıyor insan, öylesine çekici bir adamdır... İnsan bu kadar çekici olunca, bunun nimetlerinden de yararlanıyor elbet. Beatty'nin filmleri ve oyunculuğu bir konusulduysa, sevgilileri ve kimi baştan çıkarıp kimi terk ettiği iki konuşuldu hep. Cher'den Diane Keaton'a, Madonna'dan Goldie Hawn'a kadar pek çok sevgilisi oldu ve her terk edilen mutsuz sevgili masalların sadece "masal" olduğunu hatırlattı bize... Güzel kız ve yakışıklı oğlan birbirini bulunca sonsuza kadar mutlu yaşanmıyordu işte...

Geçen akşamki Golden Globe Ödül Töreni'nde Warren Beatty'ye Cecile B. DeMille Özel Ödülü'ne layık görüldü. Ödülünü alan Warren Beatty, teşekkür konuşmasında eşi Annette Bening'e de teşekkür etti. Kameralar Bening'i gösterirken, birbirini seven iki insan gördük. Bening'in oyunculuğu, yeteneği ve cazibesine söyleyecek hiçbir şey yok. O, Beatty'le evliliğinden, dört çocuğundan ve sık sık ödüle aday gösterilen başarılı kariyerinden memnun bir kadın olarak aynı törende komedi dalında aday gösterilip alamadığı ödülün burukluğundan çok, eşinin aldığı ödülün gururunu yaşıyordu (ya da "oynuyor" muydu acaba? Ne de olsa çok iyi bir oyuncu...) Aynı sahnedeki Warren Beatty ise gözüme çok yaşlı göründü. Konuşmasında sürekli Jack Nicholson, Dustin Hoffman ve Clint Eastwood'a takıldı. Her biri birer yaşayan efsane. Tam olarak bilmiyorum ama hepsi aşağı yukarı Beatty ile yaşıt olmalılar. Beatty, Clint Eastwood'a takılarak "aynı yıl içinde iyi bir filmde oynuyorsun, aynı yıl başka bir iyi filmin yapımcılığını yapıyorsun ve ikisiyle de ödüle aday oluyorsun" türünden bir sataşma ile laf attı. Burada çok ince bir espri var, zira kendi ödülü ("emekli" demeye dilim varmıyor ama) "sinemaya çok emeği geçenler"e verilen bir ödüldü.

Warren Beatty'nin konuşması bittiğinde "dünya ne tuhaf" diye düşündüm. İşte birini efsane yapan "güzellik", hiç de yaşlı sayılmayacak 69 yaşına geldiğinde çoktan yitip gitmiş oluyor. Dünyanın en güzel kadınlarıyla birlikte olabilmek de mutlu bir hayatın anahtarı değil. Annette Bening bir röportajında "şu anki durumumda olacağımı, şu an yaptıklarımı yapacağımı hayal bile etmezdim" demiş. Kuşkusuz kariyerinde bu noktaya gelebileceğini değil, dört çocuk doğurmasını ve playboy bir kocaya sahip olmasını kastediyor. Bu röportaj eski tarihli, buna bir de aday olup alamadığı ödülün hayal kırıklığını yaşarken, uzun zamandır kariyeri düşüşte olan kocasına verilen ödülü alkışlamayı da ekleyelim...

9 Ocak 2007 Salı

IPhone çıktı




Hem ipod hem cep telefonu olan IPhone daha bugün tanıtıldı. Ayrıntılı bilgi için başlığa ya da buraya tıklayın.

8 Ocak 2007 Pazartesi

Peradox'ta Asma Yaprağında Elmalı Çipura




Tünel geçidinin hemen çıkışındaki Peradox'a uzun zamandır gitmemiştim. Peradox Tünel civarındaki kafe-restoranlar arasına biraz "abiye" kaldığı için, bu akşam daha "casual" olan House Cafe'yi tercih etmiştik aslında. Fakat duman altı olmuş House Cafe'de sigara içmeyenlere alt kat reva görüldüğünden, yemeğimizi berbat etmemek için fikrimizi değiştirdik ve hemen "abiye" komşuya geçiverdik.

Eski mesai arkadaşım Eser Hanım ile böyle ara ara buluşuruz. Otelcilik sektöründe olduğundan servis ve yemek konusunda titizdir. Daha önce Peradox'ta yediği yemekten memnun kalmamış, "doğru seçim yapamadığını" söyledim ve yeniden Peradox'a gitmeye ikna ettim onu. Zaten sigara içmediğimiz için House Cafe'de ikinci sınıf müşteri sayıldığımız çok açıktı.

Peradox'un mönüsünde bazı değişiklikler yapılmış. Çok açtım, uzun uzun inceleyemedim doğrusu... Günün mönüsünden Çıtır Pane Mezgit ve beyaz şarap seçtim hemen. Eser de Şefin Spesiyalleri'nden Asma Yaprağında Elmalı Çipura seçti. Her iki balık da son derece tazeydi. Eser Hanım bu akşamki seçiminden son derece memnun kaldı ve geçen sefer (deniz mahsullü erişte yemiş) yanlış seçim yaptığına ikna oldu. Hatta çipuranın içine yerleştirilmiş elma dilimlerini çok özgün ve hoş bulduğunu da söyledi. Yemeğin üzerine söyledigimiz Kestaneli Profiterol ve Vanilyalı Dondurma ise (onun sözcükleriyle) "rüya gibi"ydi.

Yemek yazıları yazmaya bayılıyorum. Bu sefer benimkinden çok Eser'in izlenimlerine yer verdim ama, ilginç olan onunki zaten. Bence restoran kritiği yaparken mekanın mönü, servis, fiyat, ambiyans gibi özelliklerinin tümünü birarada düşünmek gerek. Peradox, yeni mönüsüyle şehrin en gurme restoranlarından biri olmayabilir. Fakat kahve sunumundan masalardaki servis düzenine kadar son derece özenli bir mekan. Dekorasyonu ve ambiansı da klasikle modernin "abiye" bir sentezi. Mönüdeki şefin yaratıcılığı göze çarpıyor: Türk ve Akdeniz yemeklerini farklı malzemelerle yeniden yorumlamış. Bana göre ödediğiniz parayı son kuruşuna kadar hak ediyor. Bence müşteri memnuniyeti denilen şey, işletme ne yaparsa yapsın, müşteriye bu izlenimi verip veremediğiyle ilgili.

Yazımın sonunda yıldız mıldız vermeyeceğim, birinci sınıf müşteri muamelesi gördüm, iyi yemek yedim, iyi servis aldım, üstelik arkadaşımın fikrini de pozitife çevirdim. Tabii bütün bunların karşılığı olarak Peradox, (kendine güvenen bir işletme olduğu için) %10 servis ücretini de adisyona ekliyor.

Tünel tarafına yolunuz düşerse diye yazdım...



NOT: Kadeh şarap isterseniz Kavaklıdere Angora geliyor. Yan masada sipariş veren beyefendi şarabı sorup "hmm, Angora mı var?" diye dudak büktü ama, ben Angora'nın, özellikle de beyazının çok başarılı bir sofra şarabı olduğunu düşünüyorum. Bununla ilgili ayrıca yazacağım.

7 Ocak 2007 Pazar

Starck itiraf ediyor: Yaptıklarımdan utanıyorum!



Tasarım dünyasının şımarık yıldızı Philippe Starck, tasarımlarının çoğundan utandığını (?!) söyledi.

Resimden anlamayanların bile Picasso'yu bilmesi gibi, endüstri ürünleri tasarımı konusunda şöyle böyle bir fikri bile olmayanların bile bildiği bir tasarımcı Philippe Starck. Şöhretini "sivri" tasarımlarına ve "yuvarlak" kişiliğine borçlu. Yirmi yılı aşkın tasarımcılık geçmişinın hakkını veriyor: O artık büttün dünyada bir pop yıldızı kadar ünlü.

Kendi adıma Starck'ın tasarımlarını pek sevmediğimi en baştan söylemeliyim. Bununla birlikte tasarımlarında zeka ve mizah unsurları var, sırf bu yüzden değerli olduklarını düşünüyorum.

Türkiye'de ilk sayısı yayınlanan icon dergisinin Ocak 2007 sayısında Philippe Starck ile yapılmış bir röportaja yer veriliyor.
Yazının başlığı Starck'ın kendi ağzından: "Bugünlerde insan osursa tasarımcı oluyor".
Ahh Philippe, duygularıma tercüman oldun! Bize tasarım diye sunulan pek çok şeyin şımarık tasarımcıların kıçından uydurdukları şeyler olduğunu düşünüyordum ben de...

Icon yazarlarının kendilerine özgü rahat dilleri ile kaleme aldıkları yazıyı keyifle okuyacaksınız. Röportajın bu yazıya konu olan kısmında Philippe Starck açık yüreklilikle itiraf ediyor: "Gereksiz yılbaşı hediyeleri tasarlıyorum. O yüzden bana yaptıklarımla gurur duyup duymadığımı ve onlarla ilgilenip ilgilenmediğimi sormayın. Yaptıklarımdan çok utanıyorum, o yüzden elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum."

Çalış Philippe çalış... Ya da bu kadar çok çalışma, iki düşün bir üret ki ortalıkta utanç duyacağın bu kadar çok tasarımın dolaşmasın...

NOT:

1. icon dergisinden şimdilik çok az kişi haberdar, bayinizden ısrarla isteyin.

2. Derginin yayın yönetmeni sevgili Benan Kapucu, dergi çok güzel olmuş, ellerinize sağlık...

3 Ocak 2007 Çarşamba

Cream&Dream






Her sene bayram tatillerinde akın akın Avrupa şehirlerine gidiyoruz. Üç ya da dört gün hava değişikliği olsun diye... Yeni bir şehri, yeni bir kültürü tanımak için. Bu bayram hiçbir yere gitmedim ama kelimenin tam anlamıyla "tadı damağımda kalan" geçen yılki Prag gezimi anmadan da edemedim...





Prag'a gidenler bilir. Tarihi yapıları çok iyi korunmuştur. Şehri gezerken kendiniz başka bir yüzyılda sanırsınız. Eski şehir küçücüktür, kaleye gitmeyecekseniz şehri yarım günde gezersiniz. Bunun için biblo sehir denir Prag'a.

Pariziska Caddesi şehrin en şık caddesidir, en güzel mağazalar sağlı sollu dizilidir. Prag'ta zenginlik, ihtişam ve gösterişle eşanlamlı olmadığından; biraz da tarihi yapıların tasarımı kocaman kocaman vitrinlere yer bırakmadığından, caddede dolaşırken dikkatli olmalısınız. Hiç tahmin etmediğiniz daracık kapıların ardında harika dükkanlar bulabilirsiniz.

Yeni bir şehre gittiğimde zamanım sınırlıysa, şehrin "tadını çıkarmayı" "herhangi bir şeyin daha ucuzu burada var mı acaba?" diye bakınmaya tercih ederim. Doğrusu Prag, damak tadına düşkün olanların gerçekten "tadını çıkarabileceği" bir şehir. Tabii önceden dersinize iyice çalışmak şartıyla... Çünkü mönüler ve tabelalar Çekçe. Dışarıdan size çok kasvetli ve karanlık görünen bir restoran, aslında şehrin en iyilerinden biri olabilir. Çekçeniz yoksa nereden bileceksiniz? Ya da her gittiğiniz yerde hamburger ya da spagetti mi isteyeceksiniz?

Prag'a gidip de şehrin tadını nasıl çıkaracağınızı ayrıca yazacağım. Ancak bu şehri benim için unutulmaz kılan lezzete gelmek istiyorum: Cremeria Milano. Pariziska Caddesi 20 numaradaki Cremeria Milano, İtalyan usulü kaymaklı dondurma yapan bir franchise dükkan. Prag'ın diğer ucunda, Husova Caddesi'nde de bir başka şubesi var. Fakat Pariziska Caddesi'ndeki tarihi bir binanın içinde, perdeler merdelerle süslü, Markiz Pastanesi görünümünde bir yer. Ben diyeyim 30, siz deyin 40 çesit dondurma var. Ayrıca franchise sahibi Cream&Dream firmasının üretimi çikolatalar, drajeler ve diğer şeker türleri dizi dizi raflarda.

Cremeria Milano'yu arkadaşlarım ve benim için unutulmaz kılan yalnızca tadı damağımızda kalan kapuçinolu dondurma değildi. Beyaz önlüklü ve beyaz eldivenli, güleryüzlü garsonları, kristal avizeli salonu, bordo kadife perdeleriyle tiyatro dekorunu andıran bir mekanda dondurmayı kutsama ritüeline katılmışsınız hissi yaratan atmosferiydi. Orası sedece dondurma ve pasta yenen bir yer değildi (ki yan masadakiler şampanya içiyordu gün ortasında). İtalyan usulü dondurmanın, Çek usulü bir zarafetle tadına varıldığı gizli bir mabetti...

Cremeria Milano'da görevlilerle konuşurken bize bu markanın franchise olduğunu ve İstanbul'da da şube açılacağını söylediler. Aman allahım, ne mutluluk!!!
Geçen kışı İstiklal Caddesi boyunca turlayarak ve "Cremeria Milano atmosferine uygun bina hangisi olabilir?" diye tahmin etmeye çalışarak gecirdim. Nihayet o bölgede kafe sahibi bir arkadaşım yerini tarif etti de bulabildim. Koşa koşa gittim, ama tam bir hayal kırıklığıydı.

Sarı duvarları ve ustaların Kalebodur dedikleri beyaz seramik döşemeleriyle zarafetten çok uzak, sıradan bir dondurmacı görünümündeydi. İçeride masalar vardı ama herhangi bir özel atmosfer yoktu. Aksine son derece vasattı. Dondurma servisi de, servis elemanları da aynı şekilde hayal kırıklığı yarattı.

Duydum ki medar-ı iftiharımız Dondurmam Gaymak filminin galasında konuklara Cremeria Milano'nun dondurmasından ikram edilmiş. Endüstrileşmiş üretime karşı kahramanca direnen insanların anlatıldığı bir filmin tanıtımında bu kadar butik bir ürünün seçilmesi çok güzel. Konuyla son derece örtüşen bir seçim olmuş, kim akıl ettiyse bravo... Dondurmam Gaymak'ın yapımcılarının karakterlerini Cream&Dream ile özdeşleştirmek istemelerini anlayabilirim de; şöhretini lezzetinden ve sunumundaki şıklıktan alan bir markanın, Türkiye'de neden bu şekilde temsil edildiğini bir türlü anlayamadım...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails